1 Nisan 2014 Salı

DEVLET'İN VE CEMAAT'İN İÇİNDEKİ TRUVA ATI

30 Mart 2014 yerel seçimlerini etkilemesi beklenen 17 Aralık Yolsuzluk Operasyonları ve daha sonrasında konuyla ilgili olan olmayan diğer tüm ses kayıtları AKP seçmeni üzerinde olumsuz bir etki yaratmış olsa da Erdoğan'ın stratejik manevraları sayesinde seçimden zaferle çıkmayı başarmıştır.

Peki 17 Aralık gerçekten Erdoğan'ın hedef gösterdiği gibi Cemaat'in işi midir? Cemaat bu kadar kolay kadrolaşma imkanı bulduğu, ''Ne istediler de yapmadık?''la sabit olan istediği gibi devlet dairelerine yerleşebildiği ve makamları kullanabildiği bir iktidara neden ihanet etmek istesin? Cemaat çok mu vatanseverdir?

Bunların cevabını araştıracağız. Ancak kesin olan bir şey var ki; Erdoğan somut bir düşman yaratarak, kendi kitlesini kenetlemiş ve hatta bu dayanışmaya Cemaat'in içinden CHP ile ittifak kurmak istemeyen kitleyi de dahil etmeyi başarmıştır. Bunun üzerine alenen yapılan seçim hileleri, alenen kritik 11 il ve ilçelerinde kesilen elektrikler, alenen pusulalara evet mührü basan ve itiraf eden ablamız, alenen çöpe atılmış oylar ve alenen tuvaletlerde yakılmış oylar da eklenince AKP'nin ezici zaferi kaçınılmaz olmuştur.

17 Aralık operasyonuna dönecek olursak, bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak kendi düşüncelerimi, bazı haber sitelerinin haberleriyle destekleyerek sunmak istiyorum. Bütün bu yazacaklarımın kesin bir kanıta dayanmamakla beraber tamamiyle iddia niteliğinde ve yalnızca kendi düşüncelerimin dışavurumu olduğunu bir kez daha hatırlatmak isterim.

1) AT OYNATAN ÜÇÜNCÜ BİR OYUNCU VAR VE BU OYUNCU AKP'DEN DE CEMAAT'TEN DE DAHA BÜYÜK.
Şimdi biraz geriye gidelim ve Ergenekon ve Balyoz opersyonları ile yeniden gündeme gelen ''derin devlet'' olgusuna dönelim. Derin devlet, ülkemizin yabancı olmadığı ve asıl Susurluk kazasıyla ayyuka çıkmış bir konu. Nitekim, sevgili gazeteci - yazar Can Dündar'ın konuyla alakalı Sayın Bülent Ecevit ve Sayın Doğu Perinçek'in de yer aldığı bir Ergenekon belgeseli bulunmaktadır. ( İzlemek için: http://alkislarlayasiyorum.com/icerik/123487/yil-1997-ergenekon-belgeseli-can-dundar ) Bu belgeselde Ecevit, ''Ben ülkenin başbakanıyken, benim bile ulaşamadığım belgeler var.'' diyor. Bu aslında konuyu çok da güzel özetliyor.

Şimdi olay örgüsünü kurmay başlayalım.

Ergenekon örgütü (Türk derin devleti yerine bu ismi kullanacağım) Türkiye - ABD ilişkileri sonrası ABD'nin her ülkede kurmuş olduğu gibi oluşturduğu genelde NATO kapsamında eğitilen üst düzey komutanların askeri kanadını oluşturduğu bir örgüttür. Bunun delilini 80 darbesinde ''Our boys have done job!'' ile gördük.

AKP iktidarında yapılmış olan Ergenekon ve Balyoz operasyonlarının yine Ergenekon Örgütü tarafından yapıldığını düşünüyorum. Böylece asıl Ergenekon karşıtı paşalar içeri alınabilmiş ve Ergenekon'un has adamları dışarıda at oynatmaya devam etmiştir. Erdoğan konuyla çok da alakalı olmasa da diktatör rejimin getirdiği paranoya ile ses çıkarmamış, hatta bunu çok güzel bir politika malzemesi haline getirerek mağdur rolünü çok iyi oynamıştır.

Bu davalar kapsamında Ergenekon, Cemaat'in üst düzey koltukları işgal eden unsurlarını kullanmış ve böylece hedef şaşırtmıştır. Ancak çok ince bir detay, olayı daha da karmaşık hale getiriyor: Tübitak'ın hedef haline getirilmesi. 

Davalarda kanıt olarak sunulan CD'lerin kurmaca olduğunu ispat eden Tübitak çalışanları ile ilgili (daha sonradan daha genel bir operasyon yapılıp, Cemaat'in elemanları yerleştirilecektir) operasyon yapılmasının yolu açılmıştır. ( http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/46129/TUBiTAK_uzmanlarina_yargi_yolu.html )
Bu olayın yanı sıra Ergenekon, yine Cemaat eliyle 4 yıldızlı generallerin bilebileceği sırları, askerin ''Kozmik Oda''larına girerek elde etmeyi başarmıştır. Böylece kendine karşı durabilecek güçleri birer birer pasifize etmiş, Cemaat'i aktif olarak kullanmış ve Erdoğan'ın eline politik kozlar vermiştir. Olayın sonuçlarından içeri alınan paşalar ve destekçileri hariç herkes memnundur. Hatta o dönemde halk arasında sürekli darbe yapagelen askeri kanadın gücünün kırıldığı yönünde olumlu bir algı bile yaratılmıştır.

Ancak Ergenekon davalarının ilk gününde dile getirilen asıl uzantıları dışarıda sözü o kadar sönük bir çığlık olarak kalmıştır ki bu hengamede fısıltıdan öteye gidememiştir: http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/ergenekonda-ilk-gun-tepkileri-haberi-6960

2) AKP KULİSLERİNDE KONUŞULAN YASİN EL KADI VE ERDOĞAN İLİŞKİSİ

Tübitak'ın Cemaat'in eline geçişiyle, Balyoz ve Ergenekon davaları sırasındaki dinlemeleri bahane ederek başbakana ''kriptolu telefon''lar vermeyi teklif etmiş ve daha sonra Erdoğan'a ailesine ve yakın kurmaylarına kriptolu telefonlar dağıtılmıştır. Ancak daha sonrada bu telefonlar da dinlenecek, Can Dündar'ın deyimiyle ''Erdoğan'ın En Uzun Günü''nü başlatacak hamleyi tetikleyecektir.

Dinlemelere ve yolsuzluk operasyonuna gelmeden önce söz konusu para ile ilgili AKP kulislerinde dolaşan bir iddia üzerinden gitmek istiyorum. (İddiayı telefonum üzerinden screenshot ile kaydetmeye çalıştım. okumak isteyenler için 4 bölümden oluşuyor: 1) http://i.hizliresim.com/wjEP7G.jpg   -   2) http://i.hizliresim.com/e2Mm00.jpg  -  3) http://i.hizliresim.com/xBVmBj.jpg  -  4) http://i.hizliresim.com/KZrgy0.jpg )

İddiada ABD'nin 11 Eylül saldırıları sonrası El Kaide'yi finanse eden Arap iş adamlarını ortaya çıkarma çabasının bir sonucu olarak ''İslam'ın son kalesi'' diye nitelendirilen Türkiye'ye uçaklar dolusu paraların nakit olarak geldiğinden ve Erdoğan'ın yakın çevresi ve yakın kurmayları tarafından muhafaza edildiği belirtiliyor.

Aklıselim bir kişi, bir adamın yüklü bir miktar parayı, bir ülkenin kara kaşı kara gözü için ''alın bunla yatırım yapın'' zihniyetiyle hibe edeceği saçmalığını yutmaz. Ancak iddianın doğru olabilecek yanı şudur: Bu para Türkiye'ye gelmiş ve denildiği gibi Erdoğan ve kurmayları tarafından saklanıyor olabilir. Ancak Yasin El Kadı bu paraları Türkiye'ye hibe etmiş ise, karşılığında ne istemiştir. YouTube'a düşen Bilal Erdoğan ve Yasin El Kadı'nın ses kayıtlarından Türkiye'nin Ortadoğu ve Mısır politikalarının Yasin El Kadı güdümünde uygulandığı ve hatta Twitter'da fenoman olan @fuatavni'nin de belirttiği gibi Hakan Fidan'ın bu kapsamda görev alan bir İran ajanı olabileceği yönünde iddialar ortaya atılmıştı.

Nitekim, Erdoğan ve Yasin El Kadı ve Hakan Fidan arasındaki bu gizli görüşmeler görüntülenmiş ve basına sızdırılmıştı: http://sozcu.com.tr/2014/gundem/erdogan-yasin-el-kadi-bulusmasi-goruntulendi-460465/

Bu Yasin El Kadı'nın Türkiye'ye ilk gelişi değildi elbette ki... Daha önce de 15 Mart 2013'te geldiğinde Merter'de bir trafik kazası geçirmiş, ülkeye legal yollardan giriş yapmadığı için Erdoğan tarafından bizzat müdahale edilerek hastahanede tedavi altına alınmıştır. Bu kaza o dönem için bir suikast girişimi olarak da değerlendirilmiştir: http://www.hurriyet.com.tr/gundem/25878414.asp

Bu durumdan yola çıkarak, Türkiye'nin neden Suriye'ye karşı, kendi topraklarını ve askerlerini vurmak isteyecek kadar göz dönmüşlük sergilediğini sormak gerekiyor? Yasin El Kadı'dan gelmesi muhtemel olan bu para kan parası mıdır? Suriye ile çıkacak bir savaşın bedeli midir? Bu yüzden mi tüm dünya ihtiyatlı davranırken, Türkiye, Suriye ile yapılacak olası bir müdahalenin çığırtlanlığını yapmaktadır?

Cevaplanması gereken soruları ve halihazırda evlerde, ayakkabı kutularında bulunan bu dolarları bir kenara bırakalım ve 17 Aralık operasyonunun ne demek olduğunu anlamaya çalışalım.

3) 17 ARALIK OPERASYONU GERÇEKTEN CEMAAT'İN İŞİ MİDİR?

17 Aralık, 30 Mart'a çok uzak bir tarih. 4 ay gibi bir süre zarfı sonrası olacak olan bir yerel seçim bulunuyor. Bu sebepten Erdoğan'ın politik zekasıyla 4 ayda kolayca savuşturabileceği bir iddialar bütünüydü 17 Aralık. Peki bunu kim yaptı? Neden yaptı?

17 Aralık operasyonu Cemaat'in içinde konuşuluyor olsa da bu sadece muhabbetlere meze olan bir operasyondan öte değildi. Çünkü halihazırda en rahat ve en etkin dönemini AKP iktidarında kazanmış olan Cemaat'in çeşitli komplikasyonlar sonucu ihanet edeceği düşüncesi bana mantıklı gelmiyor. Eksikler çok büyük ve bunu üçüncü bir oyuncuya bağlıyorum.

Şöyle ki;

Bence hiçbir güç Türkiye'den Erdoğan'ın gitmesini istemiyor. Erdoğan tam istedikleri gibi bir oyuncu ve kontrolü çok iyi sağlıyor. Bunun sonuçlarına daha sonra değineceğim.

Ergenekon, yine Cemaat'in eliyle 17 Aralık'ta bir operasyon için düğmeye bastı. Bakan çocukları içeri alındı. Erdoğan ve kurmayları oldukça şaşkındı. AKP seçmeni oldukça şaşkındı ve korku içindeydi. AKP seçmeninden de öte iktidarın internet üzerindeki troll hesapları bile nereden neyi savunacaklarını bilemez bir halde allak pullak olmuşlardı. Eğer yerel seçimler hedeflenmiş idiyse, bu operasyonun tarihi 20 Mart ve sonrası olabilirdi. Ancak çok önce bu operasyonun yapılmsı beraberinde bazı soruları da getiriyordu.

Operasyondan sonra Erdoğan'ın sessizliği, Bülent Arınç'ın ''Cemaat bizim kardeşimizdir, böyle bişi yapmaz.'' ayarındaki demeçleri ve diğer birkaç hükümet sözcüsünün kaçamak cevapları AKP'nin yaşadığı şoku özetliyordu. Ancak tek şok içine giren AKP değildi.

Aynı saatlerde Cemaat'in eliyle yapılan bu operasyonu öğrenen Fethullah Gülen de şaşkınlık içerisindeydi. Neden böyle bir operasyon yapılmıştı. Vatan sevdalısı olmadığı aşikar olan bu oluşum, neden bir anda yolsuzluğu ortaya çıkararak vatanseverlik taslıyordu? Fethullah Gülen daha sonra kendi basın organlarından yapacağı açıklamalarda; Vallahi haberim yok.'' diyecektir.

Operasyon yapıldıktan sonra oluşan kaos ortamı aynı zamanda bir dayanışmayı getirmiştir. Cumhuriyetçi kesim AKP iktidarı karşısında en büyük kozu ele geçirdiklerini düşünerek hareket etmeye başlamış ve her ortamda AKP iktidarını vurmaya çalışmıştır. Erdoğan'ın bu operasyonun altında başka bir şey aradığı aşikardır ancak gelen bu saldırılar karşısında ortak bir kitle yaratarak, bu saldırılardan sağ çıkmayı hedeflemiştir. Böylece şaşkınlık içerisindeki kitlesine somut bir düşman olarak Cemaat'i sunmuştur.

Böylece tetiklenen AKP - Cemaat savaşı her iki tarafın da anlam veremediği sebeplerden açık bir düşmanlığa dönüşmüş ve son dönemlerde Asya Bank'ın borsa hisseleri dondurulmuş, Cemaat'in iş adamlarının mal varlıklarına tedbir konulmuş, dersane yasası meclisten geçirilmiş ve iş geri dönülemez noktaya gelmiştir. Bu kadar olaydan sonra AKP'nin %39'dan %45'e yükselen oyunun sebebi seçim hilelerinin yanında bu somut düşmanlıktır.

4) PARALEL DEVLET YAPILANMASI

Erdoğan bu saldırılara kılıf bulmakta gecikmemiş ve ''Paralel Devlet'' terimini ortaya atmıştır ve eklemiştir: ''Bunlar dış güçlerin güdümünde bir oluşum...'' Seçmen kitlesi kendilerini savunabilecekleri bu dala sıkı sıkıya sarılmış ve Erdoğan'ı tekrar yiğitlik koltuğuna oturtma gayretlerini her ortamda sürdürmüşlerdir.

Erdoğan'ı yolsuzluk operasyonundan daha fazla vuran şey, Cemaat'in yerleşmesiyle sağlam kale olarak gördüğü Tübitak'ın kendisini ve çevresini bizzat dinlemiş olmasıdır. 17 Aralık tarihli telefon görüşmeleri kriptolu telefonlardan gerçekleştirilmiş ancak zaten Tübitak tarafından verilen bu telefonlar yine Tübitak tarafından dinlenmiştir. Böylece en sağlam kalesinden darbe yiyen ve bunun Cemaat eliyle yapıldığını gören Erdoğan, her diktatörün yaşadığı paranoyayı yaşamış ve bir çok emniyet müdürünü, polis amirini, hatta bizzat polisleri pasifize etmiş, HSYK'yı yeniden düzenlemiş, savcıların elinden asker kullanma yetkisini almış ve medyaya ağır bir sansür uygulamıştır.

Bütün bunların ardında Cemaat'ten daha büyük bir gücün varlığını bilmesi Erdoğan'ı rahatsız etmektedir. Paralel Devlet'ten kasıt zaten Cemaat değildir. Bu derin yapılanmanın Cemaat'i kullandığını bildiğini ancak ne olduğunu bulamadığı için halkın önüne Cemaat'i somut bir düşman olarak sunmaktan çekinmediğini görüyoruz. Nitekim CHP - Cemaat ittifakının bir fiyaskodan ibaret olduğunu gördük son seçim sonuçlarında. Cemaat her halükarda CHP ile yakınlaşmayacak kadar ideolojik bir yapıdır; ki CHP son seçimlerde umduğunu bulamamıştır. Cemaat'in bile kendi içerisinde farklı fraksiyonlara ayrıldığını söyleyebiliriz. 

5) ABD, ARAP ÜLKELERİNDE NE YAPTI? TÜRKİYE'DE NE YAPIYOR?

Arap ülkelerindeki halk isyanlarını destekleyerek yönetimlerin el değiştirmesini sağlayan ABD hem o bölgede nüfuzunu artırmak, hem de bizzat müdahale etmeden istediklerini elde etmek için çok güzel bir yol buldu. Kaldı ki Irak Savaşı, ABD için ekonomik bir hezimet demekti. Böylece tek kurşun atmadan yönetimler kendi güdümüne girecek ve şirketleri o bölgelerde at oynatacaktı. Öyle de oldu.

Türkiye'de ise Erdoğan'ın uyguladığı neoliberal politikalar sonucu bugün devletin ekonomideki payı %9'dur. Zaten 141 kalem devlet kurumu özelleştirme yoluyla yabancı sermayeye satılmıştır. Bu düzenin devam etmesi için Erdoğan'ın iktidarda kalması şarttır. ABD burada bir halk isyanına bile ihtiyaç duymamıştır. Belki Gezi'yi teşvik etmiş olabilirse de, silahlı bir çatışma yaratamamış, sağduyu baskın gelmiştir.

Eğer bir gün, bu şirketler borsadan çekilecek olursa, faaliyetlerini durduracak olursa, 2001 krizlerini özleyeceğimiz bir kriz ortamının oluşması işten bile değildir.

SON SÖZ

Cemaat, ilk defa devlet içerisinde koltuk işgal etmiyor ve memur yetiştirmiyor. En rahat yerleşebildiği bir ortamda ihanet etmesi için daha büyük nasıl bir sebebi olabilir? Bu akla yatkın gelmiyor. Neden devletin içinde yılalrca faaliyet göstermiş Ergenekon, Cemaat'in içine sızmış olmasın? Neden bütün bunlar ''algı yönetimi'' sayesinde, büyük resmi göremeyeceğimiz şekilde sunuluyor olmasın?

Bu ve daha bir çok soru belki cevapsız kalacak, belki zaman tüm cevapları verecek. Ancak aslolan bir şey var ki, ülkede insanlar, kendi çıkarlarını ülke çıkarlarından üstün tuttukları müddetçe, ülkemiz en derin ihanetlerin içinde sancıyla kıvranmaya devam edecektir.

15 Mart 2014 Cumartesi

GEZİ DİRENİŞİ'NİN KİTLE PSİKOLOJİSİ - 1: Filler ve Çimenler

''Doğu toplumlarını fethetmek zor; yönetmek kolaydır. Batı toplumlarını ise fethetmek kolay, yönetmek zordur.' diyor Machiavelli.

Doğu toplumlarında görülen biat kültürü; her ne kadar Ortadoğu din geleneğinden geliyor olsa da siyaset alanında da bu toplumların boyunduruğu olmuştur. Bu boyunduruk, insanlar tarafından öyle içselleştirilmiştir ki biricik gördükleri bu vasıflarına hayatları pahasına sarılma gereği hissetmişlerdir. Bu anlayış bugün dahi varlığını sürdürmektedir ve uzunca bir süre daha varlığını sürdüreceğini tahmin ediyorum.

Bu yerleşik kültürün getirisi olan aidiyet duygusu, Doğu toplumlarını, özellikle düşman olarak gördükleri bir odağa karşı ayrılmaz bir bütün haline getirmiş ve bu sebeple her ne kadar çetin savaşlar yaşanmış olsa da doğu toplumlarının fethi hiç kolay olmamıştır. Bütün bu zorlu sürece karşın, elde ettikten sonra eğer topluma inanacakları ve sarılacakları bir hayal verilirse, umut dağıtılırsa, düşman gördükleri odağa artık tanrısal anlamlar yüklemekten çekinmeyeceklerdir. Bu toplum yapısına her ne kadar demokratik seçilim olanakları getirilse dahi, bu olanaklar içerisinde bile eski anlayış ve gelenek devam ettirilecek ve her şey getirilen yeni sistemlerin kitabına mütemadiyyen uydurulacaktır. Bunun bilincinde olmayan halk ise, o andan itibaren, içerisinde bulunduğu demokratik(!) düzenin en ateşli savunucusu olacaktır. Bu konuda Eric Hoffer, Kesin İnançlılar eserinde ''Demokrasilerin Asya'nın milyonlarında yeniden canlandırma ruhunu ne alevlendirmeye ne de meyletmeye gücü vardır.'' ifadesini kullanmıştır.

Biat kültürünün getirisi olan değişime kapalı toplum yapısı, aynı zamanda yanında kutsallaştırılacak değerler de bahşeder. Yaşanılan toprak parçasının bütünü, mülkiyet kavramından sıyrılarak vatan algısına dönüşür ve artık savunulması kutsal bir varlıktır. İnsanlar, o toprak parçası dışında başka bir toprakta yaşayamayacaklarına inandırılırlarsa, o toprak için hayatlarından vazgeçecek sebebe de kavuşmuş olurlar. Sonrasında gelen, genelde kabile geleneğinin devamı olan millet kavramı ve sembolizmin ilkel varlığı bayrak da bu kutsiyetten nasiplerini almışlardır.

Ancak, Batı toplumlarında bunun tam tersi bir anlayış olduğunu görüyoruz. Antik Yunan'dan beri düşünce ve bilgiye önem veren Batı toplumları entelektüel olarak kendilerini gerçekleştirmeye çalışmışlar ve bu çabaya değer vermişlerdir. Pagan inancının isim değiştirerek Hristiyanlık'a dönüşmesi aynı din geleneği üzerinden sanki yeni bir anlayış üretilmiş havası vermiştir. Heyecan yaratan bu akım, aslında birkaç yüzyıl içerisinde asıl yüzünü gösterecektir.

Ruhban sınıfı, Doğu toplumlarının kullanıyor olduğu bu biat geleneğini kullanmak istemiş, krallar üzerinde etki kurmuşlar ve birçoğunu toplu savaşlara katılmaya ikna edecek kadar kendilerine bağlayabilmişlerdir. Fakat, bu noktada Doğu toplumlarından ayrılan bir anlayış söz konusudur. Kilise, krallara bu dünyada bir saygınlık vaadetmektedir ve diğer dünyadan da arsa satarak, ölümden sonrasının da kendi ellerinde olduğu mesajını vermektedir. Böylece, Kilise ile krallar arasında hem bu dünya, hem de ölümden sonrası için bir çıkar anlaşması kurulmuştur. Doğu toplumlarında ise, ahiret anlayışı tamamiyle Yaratıcı'nın elinde olduğu bir dünyayı ihtiva ettiği için, din kavramı, devlet yöneticileri ile Tanrı'nın direkt olarak muhatap olmalarına aracı olmaktadır. Böylece kendisi bir vaadde bulunmazken, zaten halihazırda vaadedilene erişmeyi kolaylaştırdığını iddia etmektedir. Bu halde toplanmış olan bir askeri güç, herhalde Kilise'nin çıkar ilişkisiyle bir araya topladığı kralların ordularına karşı sağlam bir direnç gösterecektir.

Kilise'nin yerleştirmek istediği bu kültür asla tam olarak Batı toplumlarında kabul görmese de Kilise, ''Çocuk Haçlı Seferleri''ni gerçekleştirebilecek, Cennet'ten arsa satabilecek ve hatta Avrupa'nın en büyük hazinelerinden birine sahip olabilecek kadar Batı toplumunu etkisi altına almayı başarabilmiştir. Cadı Avı'na kadar uzanan bu süreç; Avrupa halkının İncil'i sadece ruhban sınıfının tekelinde bir kitap olmaktan çıkarıp, basıp yaymasıyla birlikte gelen Aydınlanma Çağı ile sona ermiştir.

Bu bilincin ışığında oluşan Fransız Devrimi'yle dünya yeni akımlarla tanışacak ve bu akımlar dünya haritasının yeniden şekillenmesine sebep olacaktır. Bu tarz haklar ve adalet için yapılan bir devrim, aslında bizim bin yıllardan beridir en çok ihtiyacımız olan şey midir? Biat kültürünü böyle bir hareketle yıkmak mümkün müdür?

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 2002'den beridir AKP iktidarıyla tanıştır. Ortalama bir gazete okuyucusu veya televizyon izleyicisi olan bir birey, ilk yıllardan bugün gelişen ve değişen söylemleri ve bu söylemlerin etkisindeki kitleyi gözlemleyebilir. Bu değişim, plansız ve spontane değildir. Özellikle ana muhalefet partisi CHP'nin başkanlığına Kemâl Kılıçdaroğlu geldiğinden beridir gelişen süreç, bu değişimlerin en şiddetli ve en belirgin olarak ortaya çıktığı dönem olarak göze çarpmaktadır. Bu sebeple bu dönem üzerinden bazı incelemeler yapmaya çalışacağım. Her ne kadar sistemler aktörleri doğuruyor olsa da, bu noktada siyasi sistem üzerinden değil, siyasi aktörler üzerinden gitmeyi yararlı buluyorum.

19. ve 20. yüzyılın en önemli sosyologlarından kabul edilen Gustave Le Bon, Kitlelerin Psikolojisi isimli eserinde şu ifadelere yer veriyor:
''Seçmenler, düşüncelerinin beğenildiğini ve gurularının okşanıldığını görmek isterler. Aday olan kimse, seçmenlerini pek fazla övmeli ve en olmayacak şeyleri vaadetmekten çekinmemelidir. İşçilerin karşısında patronlarını alabildiğine kışkırtmamalı, onları fazla aşağılamamalıdır. Rakibe gelince, onun en rezil bir kimse olduğunu, birçok cinayetler işlediğini, herkesçe bilindiğini, iddia, tekrar ve sirayet yollarıyla ortaya koyarak seçmenler karşısında itibarını kırmalıdır. Burada ispata ve delile benzer bir şey aramaya gerek kalmaz. Eğer rakip olan aday, kitle psikolojisini iyi bilmiyorsa, kendisine karşı kullanılan iftiralara, o iftiralar oranında sözler sarfedeceği yerde, birtakım ispatlarla karşılamaya kalkarsa, o andan itibaren kazanma şansını kaybetmiş olur.''

Bu ifadelerin ışığında Tayyip Erdoğan ve Kemâl Kılıçdaroğlu arasındaki ilişkiyi incelemek gerekirse; Kılıçdaroğlu'nun CHP başkanlığına seçilmesinin ardından Erdoğan tarafından şiddetli bir itibarsızlaştırma politikasına tabi tutulduğunu söylemek yanlış olmaz. Kılıçdaroğlu ise aleyhinde gelişen bu süreçte, belgelerle savunmaya geçmek istemiştir. Belge tabanlı bir siyaset anlayışı izlediği için de Le Bon'un dediği gibi kazanma şansını kaybetmiştir.

Son zamanlarda ortaya çıkan ses kayıtları ile ilgili ise Erdoğan, hiçbir zaman ''belge, ispat'' gibi sözcükleri telaffuz etmemiş, hatta bahsini bile açmamıştır. Ancak bu kayıtların montaj olduğunu sıkça ve yüksek sesle dile getirerek, başka bir açı oluşturarak hedef şaşırtmaya çalışmıştır. Hatta ve hatta 12 yıl boyunca birlikte yol kat ettikleri, Gülen cemaatiyle savaşları başladığında dahi, ''Paralel Devlet'' diyerek yeni bir terim ortaya atmış ve ortaya çıkan hiçbir metaryelin aksini ispat yoluna gitmemiştir. Kitlelerin psikolojisini iyi okuyan Erdoğan'ın bu olaylardaki bir diğer avantajı bu psikolojiyi bilmenin getirdiği artılar sayesinde yapabildiklerinde gizlidir.
Erdoğan, kendisine engel çıkarabilecek tüm kurum ve kuruluşları ya pasifize etmiş ya da bu platformlarda planlı bir kadrolaşmaya gitmiştir. Bu bir kitlede rahatsızlık yarattığı gibi, bir diğer kitlede Erdoğan'ın güç gösterisi gibi algılanmış ve desteklenmiştir. Bütün bu desteğin temelinde Erdoğan'ın şahsiyetinden ziyade, geçmişten, Cumhuriyet'in ilk yıllarından gelen ve nesilden nesile aktarılan açığa çıkarılmamış ve çeşitli çevrelerce sürekli körüklenmiş bir öfke ve kinin izlerini görmek mümkündür. Siyasi fikriyatı gereği muhafazakar bir yapıya sahip olan Erdoğan, kitlesini de bu düşünce üzerinden bir arada tutmaktadır. Yıllardır radikal dinci kesimin özlemini çektiği Hilafet makamı, 3 Mart 1924'te, yani Cumhuriyet'in ilanından bir kaç ay sonra kaldırılınca oldukça tepki görmüştü. Bu tepkiler o dönemin şartlarında bastırılmaya çalışılmış ve bu nefret radikal olarak bu fikri savunanlar tarafından nesilden nesile aktarılagelmiştir. Saltanat'ın kaldırılışı bu kadar sancılı olmazken, Hilafet'e bel bağlamış olan büyük bir kesim Cumhuriyet'in ilanıyla büyük bir hayal kırıklığına uğramıştır.

Bu hayal kırıklığının kitlesel isyanlara dönüşmelerini özellikle Kürt - İslâm Ayaklanmaları'nda görüyoruz. Bu isyanlar planlama aşamaları bakımından siyasi ve ekonomik fakat uygulama safhasında dini isyanlar olma özelliği gösterirler. Elbette ki sadece Kürt - İslam Ayaklanmaları değil; Menemen Olayı'yla belki de zirve noktasına ulaşan dinin kullanıldığı bu kitlesel hareketler, dönem hükümetleri tarafından bastırılmıştır. Fakat bastırılan işin eylem kısmıdır.

CHP, Toprak Reformu'yla da ağaların düzenini açık şekilde tehdit etmeye başlayınca da Adnan Menderes'in doğuşuna sebebiyet vermiştir. Bu noktadan itibaren kendine sulak topraklar bulan, Cumhuriyet döneminin bastırılamayan özlemi Hilafet, kendine kök salabilecek alanlar bulmakta gecikmemiştir. 1950-60 arası 10 yıllık iktidar süreci, yeni cemaatlerin ve cemiyetlerin de türediği dönem olarak da karşımıza çıkıyor. Ancak, askeri darbe ve Menderes'in idamı ile gelen süreç bu özlemin ayyuka çıkmasını bir kez daha engellemiş ve bu düşünce cemaatlerin taban hareketlerine yön veren bir olguya dönüşmeye başlamıştır. Şekil değiştirmiş, yerini hilafet değilse de dindar bir ülke özlemine bırakmışır.

Bugün Erdoğan'ın ''temelde'' hitap ettiği kitlenin ve şahsi kininin sebebi bu geçmişe dayanmaktadır. Bu ifade edilemeyen özlemi ve bu düşüncedeki insanlara ''rağmen'' çıkarılan yasaları, bugün mağdur edebiyatında kullandığı aşikar. Bu sürecin intikamını almak istiyor. Bu fikrini eylemleriyle ilan ediyor. Bunu uygularken de ''Bizler de o günlerde böyle hissediyorduk.'' demeye çalışıyor. Bunun sebebine de kısaca deyinecek olursak; Mustafa Kemâl Atatürk, son yüzyılın yetiştirdiği kitlelerin psikolojini en iyi okuyabilen liderlerdendir; ki bu halka hilafeti kurtarmak amacıyla Kurtuluş Savaşı'nı kazandırıp, ardından Hilafet'i kendisi kaldırabilecek kadar iyi bir denge politikası izlemeyi bilmiş ve yoktan bir ulus var edebilmiştir. Mustafa Kemâl'i etkileyen düşünürlerden biri hiç şüphesiz Gustave Le Bon'dur. Le Bon'un kitle psikolojisi üzerindeki çalışmalarından elde ettiği sonuçlardan biri; bir fikrin ''halka rağmen, halk için'' düsturuyla yayılması gerektiğidir. Yani, halka bir fikri kabul edip etmeyeceklerini sormaktan ziyade, o fikrin halkın yararına olduğuna inandırılması esastır. Bunu inkılâplar bazında değerlendirecek olursak, yeniliklerin meşru bir statü kazanması gerekmektedir. Bunun en iyi yolu ise şüphesiz meclistir. Böylece meclis, bir temsil ve siyaset aracı değil, bir dönüşüm programı tasdikçisi ve meşrulaştırıcısı haline gelmiştir.

Bugün Erdoğan'ın yarattığı siyasal ve hukuksal düzen bundan farklı değildir. Bunun yanında kendi öz kitlesinden başka, iktidara bel bağlamış yeni bir burjuvazi sınıfı oluşturmayı da ihmal etmemiştir. Bu sayede, zaten halihazırda kötü olan ekonomik şartları kendi iktidarı için kullanabilmiştir. Oluşan bu yeni tabanın döngüsü şu şekilde işlemektedir:

AKP, kendi burhuva sınıfını oluşturur. Bu burjuva sınıfı bir iki şirket açar, bir kaç işsiz ve vasıfsız insanı istihdam eder. AKP bu şirkete destek verir ve çeşitli yollardan kazanç sağlamasının önünü açar. Şirket kazanır ve böylece istihdam edilen kişiler kazanır. İstihdam edilenlerin, o işte sürekli olabilmeleri için şirketin kazanması, şirketin kazanması için de AKP iktidarının devam etmesi gerekmektedir. Böylece işsizliğin getirisi ile AKP yeni oy alacağı tabana kavuşmuş olur.

Adolf Hitler'e göre; ''Bir hareket ne kadar çok mevki dağıtır ve makam kurarsa, o kadar çok düşük kesimleri etkiler ve nihayetinde bu siyasi askıntılar başarılı bir partiyi öylesine sararlar ki başlangıçtaki hareket artık ilk idealistler tarafından tanınmayacak hale gelir. Bu gerçekleştiğinde, hareketin misyonu tamamlanmıştır.''

Bugünkü AKP'den anlamamız gereken misyonunun tamanlanmak üzere olduğudur. Ancak Erdoğan'ın bile gözden kaçırdığı bir gerçek vardı. Aslında öngörüyordu ancak gücü öylesine büyümüştü ki, kibri görmesine engel oldu. Cumhuriyet döneminin ilk yıllarındaki, özellikle Prof. Dr. A. M. Celâl Şengör hocamın dediği gibi 1923'ten 1946'ya kadar olan süreçteki, dinin ve metafiziğin etkisinden kurtarılmış, pozitif bilimlerin ağırlık kazandığı eğitim sisteminin ürünü olan eğitimli bireyler... Nasıl ki dini bir devlet anlayışı özlemi nesilden nesile aktarıldıysa, gerek askeri darbeler sonucu, gerek devlet politikası gereği bu laik anlayış bugüne kadar gelmiş ve kemikleşerek Cumhuriyet'in en temel değeri haline gelmiştir.

Bu anlayışın doğurduğu aydınlanmacı nesil, 80 darbesi sonrası apolitikliğinden kurtularak tekrar meydanlarda hak aramaya başlayınca ve siyasi otoritenin uygulamalarına karşı çıkınca, bu defa Erdoğan bu kitleyi itibarsızlaştırmaya çalışmış, ancak karşısında kendini belgelerle savunacak bireyler değil de kollektif bilinçaltının etkisinde kitleler görünce bu çabası boşa çıkmıştır. Böylece kitleyi oluşturan bireyleri, teker teker belgelerle kendilerini savunmaları konusunda zorlamak istemiş ve bu eylemci bireylere bir çok dava açılmıştır.
Erdoğan, zamanla sebebi değişebilen ancak tepki şiddetinin sürekli arttığı bu protestoların karşısında yepyeni bir toplum mühendisliği denemiştir.

Eric Hoffer, yine Kesin İnançlılar'da ''Radikaller ve gericiler, şimdiki zamandan nefret ederler. Şimdiki zamanı doğru yoldan sapma ve sakatlık olarak görürler. Onlar, geleceği eşsiz bir yenilikten çok mükemmel bir restorasyon olarak görür. Gerici, ideal geçmişini yeniden yaratma durumuna geldiğinde radikal davranır.'' diyor. Ayrıca ekliyor: ''Böl ve Yönet oyunu, yönetilenler arasındaki tüm birlik formlarını zayıflatmayı amaçlattığı zaman başarısızdır. Bir köy birliğini, bir kabileyi ya da bir ulusu bağımsız bireylere bölmek, yöneten kuvvete karşı duyulan isyan ruhunu ne ortadan kaldırır ne de hafifletir. Etkili bir bölme, birbiriyle rekabet eden ve birbirine kuşku ile bakan kapalı bünyelerin -ırksal, dini, ya da ekonomik- sayısını teşvikle olur.''

Bu pasajdan yola çıkarak bahsettiğimiz toplum mühendisliğini incelersek; Erdoğan'ın bu kitlesel harekete karşı toplumda etkili bir bölme söylemine giriştiği ve bunda da büyük ölçüde başarılı olduğunu görüyoruz. Sürekli ve sadece kendi tabanının başını okşayarak, %50'yi zor tutarak, protestoculardan ve protestocuların kayıplarından ağır ithamlar ve etiketlerle bahsederek, orantısız güç kullanan ve tabanının da ellerine sopalar ve palalar alarak desteklediği kolluk kuvvetlerinden kahraman diye bahsederek, Kürt açılımı yaparken çeşitli hassasiyetlere dokunarak ve Alevi, Sünni, Şii gibi tanımlamalarla mezhepleri ön plana çıkararak; ve bütün bunları iyi niyetle yaptığını iddia ederek, müthiş bir toplum mühendisliğinin icrasını görüyoruz. Bunlar elbette ki Erdoğan'ın söylemleriyle sınırlı değil. Televizyon bunu icra etmenin en etkili ve en kısa yolu. Erdoğan, İslâm ülkeleriyle kurduğu diplomatik ilişkiler ve yaptığı yardımlarla, Davos'ta İsrail'e karşı Filistin'i savunmasıyla, Arap dünyasında yapılan şiddetli lobi faaliyetleri sonucu sokakları süsleyen Erdoğan posterleri ve kendisinin de ilgili söylemleri neticesinde; tabanına sadece hilafet değil aynı zamanda saltanat da vaadediyordu. Bu düşünceyi basın yayın organlarını satın alarak yahut sansürleyerek yaymaya çalıştı. Devlet televizyonu olan TRT'de yayınlanan Osmanlı dönemi dizileri saltanat özlemini körüklüyordu. Muhteşem Yüzyıl gibi yapay gündemle reklamı yapılan dizilerde, izleyicinin bilinçaltına ''devletin bekası için her şey mübah ve meşrudur'' mesajı veriliyordu. Böylece tabanda kitlesel bir kopuş olmayacaktı. Yapılan şey akla ve hukuka çok aykırı olsa bile, kitle onu ''devletin bekası için gerekli olan hamle'' olarak değerlendirecekti ve nihayetinde öyle de oldu. Böylece bugünkü tablo şekillenmiş oldu: Bir tarafta akla ve hukuka uygun olmayan davranışları, gerek biat kültürü sebebiyle, gerekse ''devlet için gerekliymiş'' zihniyetiyle kabul eden, benimseyen ve hatta en ateşli şekilde savunan kesim; diğer tarafta ise bütün bunlara karşı çıkıp, aklın ve vicdanın terazisinde hesap sormaya çalışan kesim. Birbirlerine üstünlük sağlamaya çalışan, temelde iki ancak reelde ikiden çok çok fazla kutuplaşmalar oluştu. Devlet, böl - parçala - yut oyunuyla otoritesini en küçük birime kadar kesinleştirmek istiyor. Bu çok tehlikeli toplum mühendisliğinin sonuçları, ülkemiz için oldukça ağır olabilir. 

''Bir birlik, bir blok oluşturan kavim sonunda aralarında bağlantı olmayan, bir süre geleneklerin ve kurumların zoruyla süren bi bireyler yığını haline gelir. İşte o zamandır ki, çıkarları ve eğilimleri başka olan, aralarında ayrılık bulunani kendilerini yönetmekten aciz insanlar, en küçük işlerinde yönetilmeyi isterler. O zaman devlet, yutucu nüfuzuyla işe başlar.''  -  Gustave Le Bon


---------------


Geçmişin öfkesi bugünün toplum mühendisliğine yansıyor. Böylece birbirine düşman onlarca çevre yaratılmaya çalışılıyor. Bunu önlemek adına yola çıkan, 12 yıldır elimizden alınan haklarımızı, adaletimizi, değerlerimizi, özgürlüğümüzü, birliğimizi yeniden tesis etmek için, önce bizzat AKP hükümetini sonra mevcut düzeni yıkmaya yönelik ortaya çıkan Gezi Direnişi ve bugün sevgili Berkin Elvan'ın vefatı ile yeniden alevlenen bu kitle hareketi bunu yapmaya muktedir mi? Gezi Direnişi, iktidarı devirse bile sistemi değiştirebilir mi? Söylediğimiz birlik beraberlik türküleri ne derece samimi? Toplum eskiden ayrışmış mıydı?

2. Bölüm'de bunu inceleyeceğiz.

22 Şubat 2014 Cumartesi

Ataerkil Toplum Yapısı, Cinsel Devrim ve Pratikte Kadının Despotizmi

Kadın, medeniyetin doğuşundan itibaren toplumu yönlendiren, dönüştüren, motive eden güç olmuştur. Bunu uygarlığın ilk çağlarında hakim olan anaerkil toplum yapısından da görüyoruz. Anaerkil toplum yapısı kadının doğurganlığına ve doğadaki varlığına atfen varlık olarak kadına büyük değer vermiş ve erkek tanrılardan çok kadın tanrıçalar türemiştir. Doğa Ana tabirindeki ''ana'' da buradan gelmektedir. Kadın ve toprak arasında kurulan bu benzerlik zamanla kadının metalaşmasında da önemli bir faktör olagelmiştir. Çünkü ne vakit ki mülkiyet kavramı ortaya çıkmıştır ve ilk çit çekilmiştir; o vakit insanoğlu daha fazlası için birbiriyle çatışma haline girmiştir. Bu sebeple fiziksel üstünlüğü bulunmayan kadın da mecburi olarak, şartlar gereği geri plana çekilmiş ve erkeklerin çarpıştığı dünyada ''daha fazla'' kavramına dahil edilen bir meta haline gelmiştir. Daha fazla toprak, daha fazla kadın vs...
Ataerkil toplum yapısına geçişteki sancılar bunlarla da sınırlı değildir. Maalesef mülkiyet kavramı kadının varlığı ile sınırlı kalmamış cinselliğini de kapsamıştır. Erkeğin tek ve biricik olma arzusu her dönemde kendini göstermiştir. Bu duygunun oluşmadığı bazı topluluklar var olmuş olsa da daha sonraki geç düşünsel evrimle o gruplar da bu ortak kıskançlık ve aidiyet paydasında kendilerine yer bulmuşlardır. Bunun temel faktörlerinden biri cinsel devrimin gerçekleşmemiş oluşudur. Cinsel devrim, aslında kaybolan bir cinsel haktır. Yani kadın cinselliğinin metalaşmaktan öte özgürlüğüne kavuşturulmasıdır. En yakın örneğini Küba Devrimi örneğinde görüyor olsak da tarihsel süreçte Avrupa'da kronolojik olarak Cadı avlarından sonra gerçekleşen Rönesans ve Reform hareketleri sonunda ortaya çıkan sanat eserlerindeki ''çıplak kadın'' figürlerinden gözlemleyebiliyoruz. Yakın dönemde nü çalışmaların artmaya başlaması da kadınların her konuda olduğundan daha çok cinsel konudaki haklı özgürlük taleplerinin etkisi olduğunu söylersek, yanlışa düşmüş olmayız.
Ancak güzel ülkemiz Türkiye'de bu ne yazık ki, birçok konuda olduğu gibi ters işliyor. Yani 21. yy.'da olmamız, maalesef kafa yapımızın da aynı yüzyılı yaşadığını göstermiyor. Bugün ülkemizde, sadece bebeklik döneminde içeri dışkı ve idrar kaçmasını önlemek için ortaya çıkan kızlık zarı, maalesef namus belirteci görevi görmekte ve toplum baskısı yüzünden daha önceden cinsel birliktelik yaşamış bayanlar için evliliklerden birkaç gün önce hekimler tarafından dikilmekte, yahut kadına evlilik öncesi hiç gerçek bir cinsel deneyim yaşamama şartı dikte edilmektedir. Bunun üzerinde elbette ki ''çarşaftaki kan''ı erkeklik ergi olarak gören zihniyetin etkisi de büyüktür.
Ülkemizde Cinsel Devrim'in yapılamamış olmasının sebebini asıl, Türkler'in İslamiyet'le tanışmasında aramamız gerektiğini düşünüyorum. Çünkü, siyasal ve askeri gücü ön plana çıktıktan sonra halifeyi koruma görevini ister istemez üstlenen Türkler ve yönetici kademesi, zamanla hilafet makamını da kullanarak halk üzerinde tam bir mutlak otorite kurmuşlardır. Bu dini düşüncenin getirisi olan kadınların örtünmesi, bir erkeğe 4 kadın izninin verilmesi gibi kavramlar maalesef insanları etkilemiş ve kadın örtünmesi gereken, tüm vücudu namahrem olan bir varlık olarak görülmeye başlanmıştır. Bugünki kara çarşaflı güruhun da temel nedeni budur. Bu ortamda bir Cinsel Devrim'in gerçekleşmesini beklemek pek de mümkün değildir. Ki bugün, bu bilinç düzeyine erişsek bile, pratikte ne kadar zorlanacağımızı tahmin etmek, çok da zor olmasa gerek.
Ataerkil toplum yapısı ve ülkemizde gerçekleşmeyen ve uzun müddet de gerçekleşmeyecek olan Cinsel Devrim'i bir de pratik hayatta incelemek gerektiği düşüncesindeyim.
Özellikle postmodern anlayışı içselleştirememiş, hala modernist anlayışla Feminizm yapmaya çalışan kadın örgütlenmeleri bunun için güzel bir örnektir. Maalesef ülkemizde resmi olarak ayrılmış bir toplum sınıfı olmasa da gerçekte toplumumuzdaki bireyler arasında uçurumlar bulunduğu aşikardır. Ataerkil toplum yapısını ele alacak olursak; kırsal kesimde yaşayan kadın, gerek çalışma hayatında, gerek sosyal hayatında bunun cefasını çekerken; kentsel yaşam çerçevesinde yaşayan kadın için bu avantaja dönüşüyor.
Daha açık örneklerle anlatmak gerekirse; kentli kadın ataerkillikten şikayet ediyor; fakat şikayeti o kadar samimiyetten uzak ki, bunu görmek için davranışçı ve varoluşçu ekol yaklaşımlarıyla bir iki tavrı analiz edelim:
Örneğin, kentli kadın alışveriş sonrası dolmuşa biniyor ve oturmak için yer yok. Bir koltukta o gün 12 saat çalışmış bir adam oturuyor ve kadın ve toplum yargısı, o adamın kalkıp, kadına yer vermesi gerektiğine hükmediyor. Bu belki basit bir hareket ancak bunu davranışçı ve varoluşçu ekol açısından inceleyelim. Davranış toplum tarafından benimsenmiş bir davranış ancak varoluş ilkesine uyuyor mu? Yani kadın o adamın yerine oturmayı hak ediyor mu? Adam niçin yer vermeli?
Sorulara cevap aramadan hemen önce kadının tavrını ve beklediği davranışı her aşamada tekrar hatırlamanızı öneriyorum. Toplum yargısı kadını erkekten daha güçsüz gördüğü için (fiziki olarak) kadının oturması taraftarıdır. Kadın da kendi çıkarı gereği kendini erkekten güçsüz kabul ederek, kendine yer verilmesini beklemektedir. Kadın ister istemez ataerkilliği savunmuş olur. Ancak kentli kadının alışverişten geldiğini ve adamın çalıştığını varsayarsak; kadın adamın yerine oturmayı kesinlikle hak etmemektedir. Fakat oluşan algı gene değişmeyecektir.
Bir başka örnekse; toplumun erkeğe çalışması yönünde verdiği sorumluluktur. Yani erkek çalışmayınca gururu ve onuru söz konusuyken, kadın çalışmadığında kocası bakmakla yükümlüdür. Bu durum, Medeni Kanun'umuza kadar işlemiş bir durumdur. En son Cem Yılmaz'ın boşanmasından da bunu gözlemledik. Bilinen bir örnek olduğu için bunu seçtim. Cem Bey'in evlendiği kadın, bilinen ve hatırı sayılır bir gelir getiren bir firmanın sahibi. Ancak boşanmadan sonra; mahkeme tarafından 1 Milyon TL gibi bir tazminata ve aylık nafaka ödenmesine karar veriyor. Bu meblağları Cem Bey, karşı tarafa ödeyecek. Peki, kadın buna muhtaç mı? Kadının bu paraya ihtiyacı var mı? Hayır. Bu kadının ataerkillikten elde ettiği bir gelirdir. Bir başka platformda kadın - erkek eşitliğinden dem vuracak olan kadınlar, maalesef iş kendi çıkarlarına geldiğinde samimiyetten uzak bir şekilde ataerkil toplumu kabul ediveriyorlar.
Toplumumuzda kabul gören, ''erkek evine bakmalıdır'' düşüncesi, erkeği ezen ve psikolojik olarak dağıtan bir düşüncedir. Erkek çalışmak zorundadır. İşsizlik konusu yeterince erkeğin omuzlarındayken, iş arama süreci de bir o kadar sancılıdır. Çünkü bir çok firma, güzelliklerinden ve cinsel çekim güçlerinden dolayı tercihini bayan elemandan yana kullanmaktadır. Bazı kesimler bunu pozitif ayrımcılık ilkesiyle açıklamaya çalışsa da gerçeğin bu durumla çok da bir alakası yoktur. Bu durum çoğu zaman, herhangi bir yönetici kademesine atanacak bir eleman ihtiyacı söz konusu değilse eğer; bu durum, kadının, kendi vücudunun metalaştırılmasına verdiği bir izindir. Bu durumda yine ataerkillikten elde edilen bir çıkar söz konusudur.
Başka bir örnek ise; askerlik. Kadınların askere alınması yakın dönemde bir kaç ülke tarafından uygulanıyor olmasına karşın, ataerkilliğin kendini hissettirdiği toplumlarda, askerlik görevi erkeğindir; hatta ülkemizde, namustur, şereftir. Bu algının yaratılmasında, ataerkillik ön plandayken, bu toplum yapısını eleştiren kadınların bir çoğuna askerlik sorulduğunda sıcak bakmamakta, yahut gitmeyecek olmasının verdiği rahatlıkla, ''biz de yaparız'' gibi genel - geçer bir cümle ile cevaplandırmaya çalışmaktadırlar.
Ataerkil toplum yapısında; pratikte kentli kadının despotizmini açıklamak için örnekleri uzatmak mümkün. Maalesef günümüzde, ülkemizin kentli kadını; kendi çıkarı söz konusu olduğunda ataerkilliği kabul edebilecek yapıdadır.
Ancak kırsal kesimlerde durum değişir. Ataerkilliğin aslen kendini gösterdiği kırsal kesimlerde, zaten halihazırda bir ataerkil yapı olduğu için kadınlar seslerini yükseltememektedir. Yükseltmeyi bırakın bir kaç çok nadir istisna dışında bu bilince de erişebilen yoktur. Bu yüzden erkekler kahvede keyif sürerken, kadınlar güneşin altında tarlalarda çalışmakta ve üstüne üstlük toplum tarafından yüklenen evdeki görevlerini yapmaktadırlar. Bu kesimdeki kadınlar; bu yapı konusunda bir eleştiri yönelttiğinde sonuna kadar desteklenmeyi hak etmektedir. Ancak kentli ve çıkarı gereği ataerkilliğin sefasını süren bir kadının bu yapıyı eleştirmesi ''istemiyorum ama yan cebime koy''dan öteye gidememektedir.
Sonuca gidecek olursak; kentli kadın bir çok alanda ataerkil toplum yapısının rahatlığını sürerken ve çıkarları söz konusu olduğunda despot bir tutum izlerken; ataerkil yapının altında ezilen asıl kesim olan kırsalda yaşayan kadınlar seslerini duyuramamakta ve kentli kadınlar için bilgisayar başından hakları savunulan bir kaç kadından öteye gidememektedirler. Bunun belki de nedenlerinden en büyüğü cinsel devrimin yapılamamış olması ve çok uzun bir süre de yapılamayacak olmasıdır. Ataerkil yapıyı kırmanın yegane yolu; kırsal kesimde yaşayan kadının cinsel devrimi gerçekleştirmesidir. Ki bu süreç en sancılı devrim süreci olacaktır.

20 Ocak 2014 Pazartesi

Halk'alı(r) Şeker

Benim güzel halkım; aslında o kadar çok şevkate muhtaç ki... O kadar çok okşanmak istiyor ki... Bugün gazetelerde bi haber gördüm. Bir spor tesisinin açılışında basketbol topu dağıtmışlar. Teyzeler, amcalar falan birbirini yiyor. Amca 10 TL ya o top. Teyze 10 TL o top. Millet poşet falan getirmiş. İkişer üçer alıyorlar. Abi bakıyorum; 70'lik ninenin elinde 3 tane basketbol topu. Bir de başlık atmışlar habere; ''Basketbol'un Perileri'' diye. Şimdi ağlayalım mı? Gülelim mi? Yani sadece bedava top dağıtılıyor diye birbirini yiyen ama milli gelirde dünyada yükselen bir ülke var ortada.

Şimdi ben bunu şuna bağlıyorum: Güzel ülkemin güzel insanları o kadar çözememiş ki bir şeyleri. O kadar aç ki aslında. Yani doğu ile batı arasında sıkışıp kalmış. Yani cehalet o kadar fazla ki... Halkalı şeker isteyen bir çocuk gibi. Hani azıcık sus payı veriyosun. Kırıp veriyosun şekerden. Tamamı da değil. Ehe, diyor. Susuveriyor. O az önceki bağıra çağıra ağlayan çocuk o değil sanki. Eli yapış yapış olmuş şekerden; bitince bir kez daha sarılıyor devletin eteğine. Devlet de üstüm kirleniyor diye azarlayan ebeveyn. Şeker alıyor. Ama öyle hep de değil. Ara ara. O çocuk da hiç demiyor: bana halkalı şeker alma; o şekeri alacak parayı nasıl kazanırım onu göster. Onu öğret. İyi yetiştir beni. Ben birilerine şeker almiyim. Herkesin şeker alabilmesini sağliyim; demiyor. Ağlıyor bir daha. Bir parça şeker daha alıyor. Evine giderken; evsiz bir çocuk görüyor. Ebeveyni kapı önüne koymuş. Dövmüş. İtip kakmış. Hava atıyor şekeriyle. Bak, diyor uzaktan. Yalıyor bir parça daha. Diğer çocuk evsiz. Anlatsa dinleyeni yok. Ama hayatın içinde. Belki ismi şeker yiyen çocuk kadar anılmıyor ama ileride değişimi yapacak olan da o. Aslında o evsiz çocuk kendi için istemiyor şekeri. Herkesin şeker sahibi olmasını isteyen o asıl.

Sonra ebeveyn harçlık veriyor bir gün şeker isteyen çocuğuna. Çocuk mutlu ama şekere yetmiyor parası. Ebeveyn ertesi gün de ayakkabı alıyor yeni. Çocuk daha da mutlu. Ama gece bi oyun yapayım şuna diyor ebeveyn. Bakayım ne kadar uyanık. Harçlığını alıyor çocuğun. O gün hediye ettiği ayakkabının kutusuna koyuyor. Camdan görüyor evsiz çocuk. Ama kime ne diyebilir ki? Çocuğun gözü ertesi gün ayakkabıdan başka bişi görmüyor. Para kutuda. Sonra bakıyor ki ebeveyn; çocuğunun zeka seviyesi bir hayli düşük. Parayı ordan alıyor. Çocuk bir kaç gün sonra yine ağlıyor şeker için. Ebeveyn bu kez o evsiz çocuğu gösteriyor. Bak diyor, o da yemiyor şeker. Ağlaması durulur gibi oluyor çocuğun. Evsiz çocuk sessizce çaarıyor diğerini. Gel, diyor. Gel, bişi dicem. Çocuk burnu havada gidiyor diğerinin yanına. Neden? Çünkü o şeker yiyebiliyor. Baban sana verdiği parayı cebinden aldı; ayakkabı kutusuna koydu diyor. Diğeri inanmıyor. Bakıyor kutu boş. Yalan söylüyorsun, diyor. Evsiz çocuk; baban paranı çaldı diyor. Bana o veriyor diyor çocuk. Hem çaldıysa benden çaldı; sana ne! diyor. Babası dönüşte bir parça daha şeker alıyor çocuğa. Aferin çocuğum diyor. Uslu dur böyle. Uslu durursan asla onun gibi olmazsın diyor evsiz çocuğu gösterip.
Çocuk şekerini yalarken gülümsüyor. Ehe, diyor. Seni çok seviyorum.

Başı okşansın istiyor işte halkım. O kadar cahil ki; sevmek istiyorsun. O kadar aç ki masallara, şekere, bedava dağıtılan basketbol toplarına. Çocuk aslında kim şeker alırsa onun peşinden gidecek. Bugün bu iktidar alıyor şekeri; yarın bir başkası gelip alacak. Ama çocuk asla herkes şeker yesin diyemeyecek. Şeker yiyemeyene tepeden bakacak. Harçlığı alınıp; ayakkabı kutularına konulsa çalanı savunacak. Şeker bile alamayacak para ile ev satın alabilecek konumdaki ebeveynini savunacak. Ne zamana kadar? Sağlam bir tokat yiyene kadar.

O kadar sıkışıp kalmışız ve o kadar geri kalmışız ki dünyadan. En büyük gelişmemiz neredeyse interneti kullanıyor olmamız gibi. En azından dünyadan da haberdar olabiliyoruz. Her şeyin şeklini seviyoruz mesela. Demokrasi? Evet çok güzel, ehe. Gelsin ama önce şeker! İsim olarak geliyor belki. Ama ''Burası Türkiye'' diye bir deyişin olduğu topraklardayız. Cahilliğimizden mizah fışkırıyor. Cehaletimiz paçamızdan akarken ''Burası Türkiye'' diyebiliyoruz. Ve umarsızca gülüyoruz ardından.

Çünkü biliyoruz ki ne kadar Avrupalı olmakla uğraşırsak uğraşalım; senede kişi başı 17 kitap düşen ülkelerle, senede 1 kitap başına 6 kişi düşen bir ülkenin yarışamayacağını biliyoruz içten içe. Okumuyoruz. Duyuyoruz. Bilmiyoruz. İnanıyoruz. Sevmiyoruz. Gösteriş yapıyoruz. Çünkü biliyoruz ki burası Ortadoğu aslında. Çünkü biliyoruz ki; mürekkebin kullanılmadığı coğrafyalarda; her yazı, her hikaye, her haber, her destan, her anlaşma, her savaş fermanı; her barış akdi kanla yazılıyor...

Halkalı şeker için ağlayan çocukla; o evsiz çocuk bir gün beraber oynarlar mı bilmem... Beraber yaparlar mı o herkesin şeker alabileceği değişimi...

Sadece umabiliyorum. Güzel ülkemin güzel insanları. Umarım bir gün mürekkebin kandan daha fazla işe yaradığını; sevginin nefretten katrilyonlarca kat iyi birşey olduğunu anlayacağız. Bunun cefasını sen çekeceksin, ben çekeceğim, o çekecek belki ama çocuklarımıza güzel günler bırakacağız; güneşli günler... Maviliklere... Umutla...

5 Kasım 2013 Salı

Şeriat ve Kadın

''Şeriat isteriz'' diyen kadınlar... Nasıl bir miğde var sizde anlamak güç. O adam, o ''altın penisli mahlûkat'' sizden başka 3 kadınla daha sevişecek; hatta belki grup seks yapacak. Siz de kendinizi değerli ve özel zannedeceksiniz. Hiçbir hakka sahip olmadan erkeğin iki dudağı arasındaki söze itaat edeceksiniz. Gözlerinizi görenler için burka takacaksınız. Kara çarşaftan bahsetmiyorum bile. Gözlerinizi bile kapatsanız, çarşaf da giyseniz, birileri çıkacak ve vücut hatlarınızdan rahatsız olacak. Kılınızı görseler seks düşünecekler. Öyle sapık, öyle azgın, öyle sekse aç insanımsılar türeyecek. Bu yola girdik gireli, kadına şiddet %1400 arttı. Son 10 yılda. Ama yine de dini yönetim. Yine de şeriat.

Kadınlar et parçası olarak görülmek istiyorlar. Düşünmekten korkuyorlar. Sadece sevişilecek ve hizmet edecek nesneler olarak görülmeyi kabullenmişler... Fikirleri yok gibi bişi. Kadınlarla ilgili her konuya erkekler karar veriyor. Etek giymek konusunda zerre fikri olmayanlar, racon kestiğini iddia edenler etekle ilgili fetvalar veriyorlar. Kadınlar da gık çıkarmıyor. Belki birkaç marjinal örgüt... En son FEMEN de gelmiş hatta. Tahminimce Femen'e katılanlar ya öldürülecek ya tecavüze uğrayacak... Mor Çatı gibi kuruluşlar ve diğer pasifize edilmiş kadın STK'ları; onlar da öyle alıştırılmış ki; bir konuya tepki gösterseler ''gene ne bağırıyo bunlar'' kafasıyla dinliyor toplum. Dinlemiyor bile... Hoş o kadınlar da nasıl hak aranır bilemediklerinden, bağırıp bağırıp dağılıyorlar.

Kadınların birçoğu okumuyor. Zerre okumuyor. Okuyan kızlar da vampir kitapları cart curt vs. okuyor. Kadınların Atatürk döneminde cehaletten aydınlığa nasıl geçtiklerini bir inceleseler... O dönemki baskı ortamında nasıl başlar açıldı, nasıl seçim hakkı kazandılar, nasıl üniversitelere hoca oldular, nasıl erkekler gelirken duvar köşesine sinmekten alnı dik yürümeye geçebildiler... Düşman aynı düşman, cehalet aynı koyu cehalet, kadınlar aynı kadınlar... Elle tutulur hiçbir veri yok. Zaten bu yüzden kadının okumasını istemiyorlar şeriatçılar. Kadın okursa, haklarını bilecek. Kadın okursa uyanacak. Kadın okursa karşı çıkacak. Kadın okursa zulme göğüs gerecek, karşı duracak. Kadın okursa bir çağ kapanacak, bir çağ açılacak. Kadın okursa CUMHURİYET'in onlara neler kazandırdığını, şeriatın neler götüreceğini bilecek. Kadın okursa Atatürkçü olacak. Kadın okursa dini rejime ve baskıya karşı gelecek. Bunu biliyorlar. Bu yüzden önemsiz işleri ısıtıp ısıtıp kadınların önüne koyuyorlar ki hem ipler onların elinde diye düşünsünler, hem de başka konulara kafa yormasınlar. En bariz örnek şiddette görülüyor. Dayak yiyen kadına belli yerlerde sığınma hakkı, geçici korunma hakkı sağlanıyor. Dayak yiyen kadına sahip çıkmak eylemdir ancak çözüm değildir. Çözüm; o dayağın engellenmesidir. Komik diyebiliyorum sadece.

Bir toplumu kadınları dönüştürür. Senin toplumun abaza, senin toplumun sekse aç, senin toplumun kadın gördü mü erekte olan bir toplum... Kadınlar bunun farkında ama onların da birçoğunun hoşuna gidiyor bu. ''Peşimizden koşuyorlar, ihihi'' kafası var. Kapalısı da böyle, açığı da böyle... Elbette ki istisnalar var. Ama kadınların çoğunun aklı da sadece çiftleşmeye çalıştığı için; çocuk yapayım, evimin kadını olayım kafası olduğu için, bir toplum nasıl dönüştürülür bilmiyorlar. Şart koşsalar, erkekler kul köle. Arada çıkan bir iki aydın kadın var. Onların da sesi, bu cehalet seramonisi arasında cılız kalıyor. Yazık.

20 Ekim 2013 Pazar

İnsanlığın ve sözün bittiği yer...

Suriyeli Şii küçük kızın ailesini gözleri önünde öldürdüler, kendisine işkence yaptılar ve sonunda göğsünü keserek kalbini çıkardılar.

Tekbirlerle...

Ardından şükür namazını da kıldılar.


İnsan olmaktan nefret ediyorum!

Haber kaynağı: http://themuslimissue.wordpress.com/2013/10/02/muslims-killing-muslims-syrian-shia-child-who-watched-parents-killed-has-her-heart-cut-out/comment-page-1/#comments

Eğitim Üzerine

Çoğu kişinin düşündüğünün aksine bir insanı diplomaları ve sınavlarla ölçülemeyeceğini düşünürüm. Herkes yüksek sesle bu savı kabul ederken, iç sesi yine diplomasına ve sınavlarına göre seçim yapmanın daha doğru olduğunu söyler. Kaldı ki ülkemizde bunların dışında ''taşaklı'' veya ''dayı'' olarak tabir ettiğimiz torpilin, neredeyse tuvalet bekçiliğine kadar yayılmış olması durumu da mevcuttur.
Bir çocuğu herhangi bir devlet kurumuna eğitim amacıyla emanet etmek, yahut herhangi bir ideolojiyi savunan bir eğitim kurumuna yollamak; o çocuğun hayatı boyunca alacağı en büyük darbedir.
Çünkü; devletin eğitim kurumları devlet ideolojisini, özel kurumlar da bağlı bulundukları ideolojiyi empoze etmek için tüm gücüyle uğraş vermektedir.
Bir çocuğa yapılacak en iyi şey, ona muhakeme yetisi kazanana ve okuma yazma öğrenene kadar destek olmak ve sonucunda salt, bilimsel bilgiyi en doğal haliyle vermek olacaktır.
Yüzyıllar boyunca iktidar kavgasına güç toplamak isteyen otoriter kesim, otoritesinin garantisi olacak kitleleri yaratmak için çabalamış ve bu konuda en kesin yolun eğitim olduğunu farketmiştir. Bu noktada bugüne kadar devletimiz bünyesinde uygulanan eğitim ve bugün değiştirilerek, sözüm ona ''dindar gençlik'' yaratmak uğruna, dini ideolojiyi ön plana çıkaran, hatta mecbur kılan eğitim sistemi en güzel örneklerden biridir.
Bütün bu yazdıklarımın meali aslında ''beyin yıkama''dır.
Bu sebepledir ki, üniversite mezunu olmuş kişiler; lise ve belki ilkokul mezunu şahısların emir ve komutası altında çalışmaktadır veya buna zorlanmaktadır.
Kendisi daha anadilini konuşamayan kişiler, kriter olarak anadil gibi yabancı dil isteyebilecek yüzsüzlükte ve yetersizliktedir. Ve eğitimimizi tamamladığımız bu okulların, üniversitelerin; bu kurumlar çatısı altında çalışan idealist, bağımsız ve objektif görüşlü hocalarımızı çıkardığımızda hiç bir halt kazandırmadığı, zaten ezberleyerek geçtiğimiz derslerin, pratikte ne kadar gereksiz olduğu gün gibi aşikardır.
Bu sebeple, çocuklarınızı okullar ve diğer alternatifleri dışında, yetebiliyorsanız kendiniz, yetemiyorsanız güvendiğiniz, bilimsel yaklaşımda bulunan kişiler aracılığıyla eğitmeye çalışın. Aldığınız diploma, kendinizi yetiştirmenizin yanında sıfır kalmakta ve bu gerçek her geçen gün daha iyi kavranmasına rağmen, toplumun ve sistemin dayatmaları yüzünden alınması mecburi bir meta olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kendinizi, çocuklarınızı, yakınlarınızı ve arkadaşlarınızı bu gerçekle yüzleştirin, aydınlatın ve beyin yıkanan bu kurumlardan olabildiğince korumaya ve uzak tutmaya çalışın.
Bu yazım, değişen eğitim sistemiyle alakalı değildir. Eskiden olagelen sistemin de şimdikinden bir farkının olmadığı açıktır. Zorlanan ideolojiler farklı ama uygulanan yöntem aynıdır. Asker tipi, tek kol hizaya geçilen bir eğitim sisteminden, medrese gibi zorla din öğretilen bir başka sisteme geçiş yapmış bulunuyoruz.
Geçenlerde açıklamaya yapan bakan zaten niyeti belli etmiştir: ''Biz mucit çıkaramayız; biz, ara eleman üreten bir ülkeyiz. Gençlerimiz buna yönelsinler.''
Sonuç olarak, malumun ilanı olmaz diyerek; özgür, bilimsel, objektif, muhakeme yeteneği gelişmiş, akılcı ve mantıklı kararlar alabilen bireyler yetiştirmenin yolu, eğitim kurumlarında yahut devletin dayattığı saçma sapan sınavlar ve sonrasında alınan kağıt parçalarında değil; bizzat kişinin kendi içinde ve kendini yetiştirmesinde saklıdır.

Sor-gu-la

Arkadaşım; SOR-GU-LA! Herşeyi sorgula. Tanrı'yı da sorgula. Peygamber'i de sorgula. Atatürk'ü de sorgula. Kim varsa büyük dediğin, onu sorgula. Babanı sorgula. Beyin denen bi organ var. Evrimin en müthiş mucizesi. Sınırsız bir güç. Bir şeyh, siyasi lider, bir toplum önderi, güvendiğin herhangi biri bir şey söyledi diye, direk kanma, atlama. Adam; Atatürk'ü ölümüne savunuyor. Atatürk'ün neler yaptığını soruyosun, "ülkeyi kurtardı"dan başka cevabı yok. Atatürk'ü Atatürk yapan, savaşları mı? Bir toplum inşaa etmenin; sosyolojik, psikolojik, siyasal, ekonomik, askeri, kültürel ve yenilikçi gibi bir çok kapsamı vardır. Bu adam bunların hepsinde zirve yapmış bir adam. Üniversite son sınıf okuyan adamlar bile yeni yeni öğreniyor Atatürk'ün kim olduğunu. Şeyh'e ölümüne bağlı adam. Neden diyorsun; "Evliya gibi adam." diyor. "Hazret" diyor ondan bahsederken. Şeyh, paranın dibine vuruyor. Minderinin üzerinde sakalını sıvazlıyor. Adam milliyetçiliği savunuyor. Vatan, Millet, Sakarya akıyor reyiz. Gündüzünde din, iman, vatan. Akşamına dansözlü rakı sofralarında kadın arıyor: "Yok mu benle yatan?"

Doğrularınızdan ayrılmayın. Başkalarının doğrularının size dikte edilmesine karşı çıkın. Koyun bile en yeşil çimeni seçer; unutmayın.

Terörist

Bu devirde Terörist olucan olm. Uff süper meslek. Canın yüksek pahada bişey mi istedi? At molotofu, gir dükkana, yağmala, çık. İfaden alınsın, evine git. Bilgisayar oyunları kesmiyor mu? Çık dağa, iki üç askerle çatış, yapabiliyosan öldür, kırmızı halıyla karşılan. Oldu da hata kaza hapishaneye mi düştün? (Allah korusun) Hemen bi açlık grevi uydur, gizliden gizliye ye kilo al, sıkıntı değil hiçbiri, devlet sana kurban olsun.
AMA SAKIN TC VATANDAŞI GİBİ DAVRANMA, HELE Kİ ÖĞRENCİYSEN...
Canın parasız eğitim mi istedi? Sakın ha! Napıyosun olm sen? Hele çık bi meydana, hakkını ara. Metal coplardan, biber gazına, tazyikli sudan, gözyaşartıcı bombaya... İfade özgürlüğü mü istedin? Vatan haini ilan edilmen an meselesi. Belli bir konuda siyasi görüş mü bildirdin? Felsefe'den mi bahsettin? Toplum geneline uymayan fikirlerin mi var? Tek kişilik hücrende uzun yıllara hazır ol.
Şimdi kim niye okumak istesin ki? İnsana değer katan, vatana ihanettir bu devirde. Maalesef gerçek; ne acı gerçek... İyi uykular Türkiye.

Yobaz Sürüsü

Tecavüzün suç olmadığı bir ülkede yaşıyoruz. Farkında mısınız? Bir sonraki kurban; siz, sizin kız kardeşiniz, sizin ablanız, anneniz, teyzeniz, hatta kundaktaki yavrunuz olabilir... İşte AKP'nin adaleti bu. Uçkuruna sahip çıkamayan, huri memesini düşünüp masturbasyon yapan, yalandan secdeye kapanıp, din'i babasının malı gibi kullanan orospu çocukları bunlar! Onlar ki, namusu ağızlarına sakız yapıp, kadın tırnağından azan, çalı çırpı arasında tecavüze yeltenen, utanmadan bir de ''Ramazan'da gel de iftar vereyim'', diyen, yobaz tohumları... Onlar ki Allah'ın ismi ardına sığınıp, kadınları mal haline getiren, alıp satan, pezevenkliğini yapan, imam nikahı kıyıp, bir kadını 1 saatte 8 kişiye ''helal tecavüz'' yöntemiyle pazarayarak, kadının vücudundan para kazanan... Onlar ki; din adına kafa kesen, adam vuran, yol kesen, çalan, çırpan, yıkan, döken, beline bomba bağlayıp sağda solda patlatacak kadar geri zekalı, şeyhlerinin sakalının teline kurban, ama aynı zamanda ''Allah'tan başkasına kulluk etmeyin.'' ayetine iman ettiklerini söyleyen... Onlar ki bugün ülkemizde yaşayan çarşaflılar, onlar ki bugün vatanımızda dolaşan sarıklılar, onlar ki uysal güler yüzlerinin ardında şeytanı hayran bırakacak kadar kötülük biriktirebilmiş, onlar ki namazlarını huşu içinde değil şehvet içinde kılan, onlar ki namazda hurilerin memeleri içinde yüzerken abdest bozan, onlar ki sapık, cahil cühela takımı, onlar ki yobaz sürüsünün en örgütlü hali... Onlar ki insan yerine konup merhamet edilmeyecek yaratıklar, onlar ki her yıl binlerce hayvanın katili, onlar ki kan denizinin yüzücüleri, onlar ki kan dökmeyi marifet sanan, onlar ki öldürülmeye en layık, onlar ki yokedilmesi gereken, siktir çekilmesi gereken insansılar... Onlara andan sonra merhamet yoktur. Onlar insan ölümüne sevinirler, 2 yaşında kıza tecavüz ederler de kendi isteğiyle raporu verilir; kızın ölüsü üzerine kapanan gözü yaşlı babası çekip vursa o hayvanı hapislerde çürüyecek. Ancak en namuslulardır onlar. Tecavüz suç değil. Onlar ki yüreklerinde sevginin zerresi yoktur! Onlar ki PARA'ya ALLAH deyip, secde ederler. Onlar ki ölen insanı dini, dili, mezhebi, ırkı, rengi diye ayırıp; kimin ölüsüne lanet, kimininkine rahmet okurlar... Onlar ki insani meziyetlerden uzak; kanı, canı, malı, öldürene helal; bir avuç orospu çocuğundan başka bir şey değildir. Onlar ki, kendilerinden olmayanın kanını, canını, malını kendilerine helal sayarlar. Tanrı'nın varlığına inanmıyorum. Bu yüzden hesabı asla ''öbür tarafa'' bırakma niyetinde değilim. Bir gün gelecek; bunların hesabını soracağız. Götünüze çivili odunlar sokacağız ki tecavüzü anlayın! 8 yaşındaki çocukları karınız yapmak neymiş görün! Derilerinizi yüzeceğiz ki, sizden olmayanlara yaptıklarınızın ne olduğunu bilin. Basit bir ölüm tattırmayacağız. Ciğerlerinizdeki her bir alveol'ü patlatacağız. Lime lime, parça parça söküp alacağız organlarınızı. Kolay yetişmiyor bir insan ve kolay da ölmeyeceksiniz!!! Onların seviyesine inme sınırını aştı artık bu. İnmeliyiz ve aynı vahşeti onlara tattırmalıyız. Dünyadan bu pislikler tamamen temizlenene kadar... Artık kan yerine mürekkep akmalı; insanlık bu pisliklerden arınıp, adalet ve sevgiyi tatmalı...

14.09.2013