
Doğu toplumlarında görülen biat kültürü; her ne kadar Ortadoğu din geleneğinden geliyor olsa da siyaset alanında da bu toplumların boyunduruğu olmuştur. Bu boyunduruk, insanlar tarafından öyle içselleştirilmiştir ki biricik gördükleri bu vasıflarına hayatları pahasına sarılma gereği hissetmişlerdir. Bu anlayış bugün dahi varlığını sürdürmektedir ve uzunca bir süre daha varlığını sürdüreceğini tahmin ediyorum.
Bu yerleşik kültürün getirisi olan aidiyet duygusu, Doğu toplumlarını, özellikle düşman olarak gördükleri bir odağa karşı ayrılmaz bir bütün haline getirmiş ve bu sebeple her ne kadar çetin savaşlar yaşanmış olsa da doğu toplumlarının fethi hiç kolay olmamıştır. Bütün bu zorlu sürece karşın, elde ettikten sonra eğer topluma inanacakları ve sarılacakları bir hayal verilirse, umut dağıtılırsa, düşman gördükleri odağa artık tanrısal anlamlar yüklemekten çekinmeyeceklerdir. Bu toplum yapısına her ne kadar demokratik seçilim olanakları getirilse dahi, bu olanaklar içerisinde bile eski anlayış ve gelenek devam ettirilecek ve her şey getirilen yeni sistemlerin kitabına mütemadiyyen uydurulacaktır. Bunun bilincinde olmayan halk ise, o andan itibaren, içerisinde bulunduğu demokratik(!) düzenin en ateşli savunucusu olacaktır. Bu konuda Eric Hoffer, Kesin İnançlılar eserinde ''Demokrasilerin Asya'nın milyonlarında yeniden canlandırma ruhunu ne alevlendirmeye ne de meyletmeye gücü vardır.'' ifadesini kullanmıştır.
Biat kültürünün getirisi olan değişime kapalı toplum yapısı, aynı zamanda yanında kutsallaştırılacak değerler de bahşeder. Yaşanılan toprak parçasının bütünü, mülkiyet kavramından sıyrılarak vatan algısına dönüşür ve artık savunulması kutsal bir varlıktır. İnsanlar, o toprak parçası dışında başka bir toprakta yaşayamayacaklarına inandırılırlarsa, o toprak için hayatlarından vazgeçecek sebebe de kavuşmuş olurlar. Sonrasında gelen, genelde kabile geleneğinin devamı olan millet kavramı ve sembolizmin ilkel varlığı bayrak da bu kutsiyetten nasiplerini almışlardır.
Ancak, Batı toplumlarında bunun tam tersi bir anlayış olduğunu görüyoruz. Antik Yunan'dan beri düşünce ve bilgiye önem veren Batı toplumları entelektüel olarak kendilerini gerçekleştirmeye çalışmışlar ve bu çabaya değer vermişlerdir. Pagan inancının isim değiştirerek Hristiyanlık'a dönüşmesi aynı din geleneği üzerinden sanki yeni bir anlayış üretilmiş havası vermiştir. Heyecan yaratan bu akım, aslında birkaç yüzyıl içerisinde asıl yüzünü gösterecektir.
Ruhban sınıfı, Doğu toplumlarının kullanıyor olduğu bu biat geleneğini kullanmak istemiş, krallar üzerinde etki kurmuşlar ve birçoğunu toplu savaşlara katılmaya ikna edecek kadar kendilerine bağlayabilmişlerdir. Fakat, bu noktada Doğu toplumlarından ayrılan bir anlayış söz konusudur. Kilise, krallara bu dünyada bir saygınlık vaadetmektedir ve diğer dünyadan da arsa satarak, ölümden sonrasının da kendi ellerinde olduğu mesajını vermektedir. Böylece, Kilise ile krallar arasında hem bu dünya, hem de ölümden sonrası için bir çıkar anlaşması kurulmuştur. Doğu toplumlarında ise, ahiret anlayışı tamamiyle Yaratıcı'nın elinde olduğu bir dünyayı ihtiva ettiği için, din kavramı, devlet yöneticileri ile Tanrı'nın direkt olarak muhatap olmalarına aracı olmaktadır. Böylece kendisi bir vaadde bulunmazken, zaten halihazırda vaadedilene erişmeyi kolaylaştırdığını iddia etmektedir. Bu halde toplanmış olan bir askeri güç, herhalde Kilise'nin çıkar ilişkisiyle bir araya topladığı kralların ordularına karşı sağlam bir direnç gösterecektir.
Kilise'nin yerleştirmek istediği bu kültür asla tam olarak Batı toplumlarında kabul görmese de Kilise, ''Çocuk Haçlı Seferleri''ni gerçekleştirebilecek, Cennet'ten arsa satabilecek ve hatta Avrupa'nın en büyük hazinelerinden birine sahip olabilecek kadar Batı toplumunu etkisi altına almayı başarabilmiştir. Cadı Avı'na kadar uzanan bu süreç; Avrupa halkının İncil'i sadece ruhban sınıfının tekelinde bir kitap olmaktan çıkarıp, basıp yaymasıyla birlikte gelen Aydınlanma Çağı ile sona ermiştir.
Bu bilincin ışığında oluşan Fransız Devrimi'yle dünya yeni akımlarla tanışacak ve bu akımlar dünya haritasının yeniden şekillenmesine sebep olacaktır. Bu tarz haklar ve adalet için yapılan bir devrim, aslında bizim bin yıllardan beridir en çok ihtiyacımız olan şey midir? Biat kültürünü böyle bir hareketle yıkmak mümkün müdür?
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 2002'den beridir AKP iktidarıyla tanıştır. Ortalama bir gazete okuyucusu veya televizyon izleyicisi olan bir birey, ilk yıllardan bugün gelişen ve değişen söylemleri ve bu söylemlerin etkisindeki kitleyi gözlemleyebilir. Bu değişim, plansız ve spontane değildir. Özellikle ana muhalefet partisi CHP'nin başkanlığına Kemâl Kılıçdaroğlu geldiğinden beridir gelişen süreç, bu değişimlerin en şiddetli ve en belirgin olarak ortaya çıktığı dönem olarak göze çarpmaktadır. Bu sebeple bu dönem üzerinden bazı incelemeler yapmaya çalışacağım. Her ne kadar sistemler aktörleri doğuruyor olsa da, bu noktada siyasi sistem üzerinden değil, siyasi aktörler üzerinden gitmeyi yararlı buluyorum.
19. ve 20. yüzyılın en önemli sosyologlarından kabul edilen Gustave Le Bon, Kitlelerin Psikolojisi isimli eserinde şu ifadelere yer veriyor:
''Seçmenler, düşüncelerinin beğenildiğini ve gurularının okşanıldığını görmek isterler. Aday olan kimse, seçmenlerini pek fazla övmeli ve en olmayacak şeyleri vaadetmekten çekinmemelidir. İşçilerin karşısında patronlarını alabildiğine kışkırtmamalı, onları fazla aşağılamamalıdır. Rakibe gelince, onun en rezil bir kimse olduğunu, birçok cinayetler işlediğini, herkesçe bilindiğini, iddia, tekrar ve sirayet yollarıyla ortaya koyarak seçmenler karşısında itibarını kırmalıdır. Burada ispata ve delile benzer bir şey aramaya gerek kalmaz. Eğer rakip olan aday, kitle psikolojisini iyi bilmiyorsa, kendisine karşı kullanılan iftiralara, o iftiralar oranında sözler sarfedeceği yerde, birtakım ispatlarla karşılamaya kalkarsa, o andan itibaren kazanma şansını kaybetmiş olur.''
Bu ifadelerin ışığında Tayyip Erdoğan ve Kemâl Kılıçdaroğlu arasındaki ilişkiyi incelemek gerekirse; Kılıçdaroğlu'nun CHP başkanlığına seçilmesinin ardından Erdoğan tarafından şiddetli bir itibarsızlaştırma politikasına tabi tutulduğunu söylemek yanlış olmaz. Kılıçdaroğlu ise aleyhinde gelişen bu süreçte, belgelerle savunmaya geçmek istemiştir. Belge tabanlı bir siyaset anlayışı izlediği için de Le Bon'un dediği gibi kazanma şansını kaybetmiştir.
Son zamanlarda ortaya çıkan ses kayıtları ile ilgili ise Erdoğan, hiçbir zaman ''belge, ispat'' gibi sözcükleri telaffuz etmemiş, hatta bahsini bile açmamıştır. Ancak bu kayıtların montaj olduğunu sıkça ve yüksek sesle dile getirerek, başka bir açı oluşturarak hedef şaşırtmaya çalışmıştır. Hatta ve hatta 12 yıl boyunca birlikte yol kat ettikleri, Gülen cemaatiyle savaşları başladığında dahi, ''Paralel Devlet'' diyerek yeni bir terim ortaya atmış ve ortaya çıkan hiçbir metaryelin aksini ispat yoluna gitmemiştir. Kitlelerin psikolojisini iyi okuyan Erdoğan'ın bu olaylardaki bir diğer avantajı bu psikolojiyi bilmenin getirdiği artılar sayesinde yapabildiklerinde gizlidir.
Erdoğan, kendisine engel çıkarabilecek tüm kurum ve kuruluşları ya pasifize etmiş ya da bu platformlarda planlı bir kadrolaşmaya gitmiştir. Bu bir kitlede rahatsızlık yarattığı gibi, bir diğer kitlede Erdoğan'ın güç gösterisi gibi algılanmış ve desteklenmiştir. Bütün bu desteğin temelinde Erdoğan'ın şahsiyetinden ziyade, geçmişten, Cumhuriyet'in ilk yıllarından gelen ve nesilden nesile aktarılan açığa çıkarılmamış ve çeşitli çevrelerce sürekli körüklenmiş bir öfke ve kinin izlerini görmek mümkündür. Siyasi fikriyatı gereği muhafazakar bir yapıya sahip olan Erdoğan, kitlesini de bu düşünce üzerinden bir arada tutmaktadır. Yıllardır radikal dinci kesimin özlemini çektiği Hilafet makamı, 3 Mart 1924'te, yani Cumhuriyet'in ilanından bir kaç ay sonra kaldırılınca oldukça tepki görmüştü. Bu tepkiler o dönemin şartlarında bastırılmaya çalışılmış ve bu nefret radikal olarak bu fikri savunanlar tarafından nesilden nesile aktarılagelmiştir. Saltanat'ın kaldırılışı bu kadar sancılı olmazken, Hilafet'e bel bağlamış olan büyük bir kesim Cumhuriyet'in ilanıyla büyük bir hayal kırıklığına uğramıştır.
Bu hayal kırıklığının kitlesel isyanlara dönüşmelerini özellikle Kürt - İslâm Ayaklanmaları'nda görüyoruz. Bu isyanlar planlama aşamaları bakımından siyasi ve ekonomik fakat uygulama safhasında dini isyanlar olma özelliği gösterirler. Elbette ki sadece Kürt - İslam Ayaklanmaları değil; Menemen Olayı'yla belki de zirve noktasına ulaşan dinin kullanıldığı bu kitlesel hareketler, dönem hükümetleri tarafından bastırılmıştır. Fakat bastırılan işin eylem kısmıdır.
CHP, Toprak Reformu'yla da ağaların düzenini açık şekilde tehdit etmeye başlayınca da Adnan Menderes'in doğuşuna sebebiyet vermiştir. Bu noktadan itibaren kendine sulak topraklar bulan, Cumhuriyet döneminin bastırılamayan özlemi Hilafet, kendine kök salabilecek alanlar bulmakta gecikmemiştir. 1950-60 arası 10 yıllık iktidar süreci, yeni cemaatlerin ve cemiyetlerin de türediği dönem olarak da karşımıza çıkıyor. Ancak, askeri darbe ve Menderes'in idamı ile gelen süreç bu özlemin ayyuka çıkmasını bir kez daha engellemiş ve bu düşünce cemaatlerin taban hareketlerine yön veren bir olguya dönüşmeye başlamıştır. Şekil değiştirmiş, yerini hilafet değilse de dindar bir ülke özlemine bırakmışır.
Bugün Erdoğan'ın ''temelde'' hitap ettiği kitlenin ve şahsi kininin sebebi bu geçmişe dayanmaktadır. Bu ifade edilemeyen özlemi ve bu düşüncedeki insanlara ''rağmen'' çıkarılan yasaları, bugün mağdur edebiyatında kullandığı aşikar. Bu sürecin intikamını almak istiyor. Bu fikrini eylemleriyle ilan ediyor. Bunu uygularken de ''Bizler de o günlerde böyle hissediyorduk.'' demeye çalışıyor. Bunun sebebine de kısaca deyinecek olursak; Mustafa Kemâl Atatürk, son yüzyılın yetiştirdiği kitlelerin psikolojini en iyi okuyabilen liderlerdendir; ki bu halka hilafeti kurtarmak amacıyla Kurtuluş Savaşı'nı kazandırıp, ardından Hilafet'i kendisi kaldırabilecek kadar iyi bir denge politikası izlemeyi bilmiş ve yoktan bir ulus var edebilmiştir. Mustafa Kemâl'i etkileyen düşünürlerden biri hiç şüphesiz Gustave Le Bon'dur. Le Bon'un kitle psikolojisi üzerindeki çalışmalarından elde ettiği sonuçlardan biri; bir fikrin ''halka rağmen, halk için'' düsturuyla yayılması gerektiğidir. Yani, halka bir fikri kabul edip etmeyeceklerini sormaktan ziyade, o fikrin halkın yararına olduğuna inandırılması esastır. Bunu inkılâplar bazında değerlendirecek olursak, yeniliklerin meşru bir statü kazanması gerekmektedir. Bunun en iyi yolu ise şüphesiz meclistir. Böylece meclis, bir temsil ve siyaset aracı değil, bir dönüşüm programı tasdikçisi ve meşrulaştırıcısı haline gelmiştir.
Bugün Erdoğan'ın yarattığı siyasal ve hukuksal düzen bundan farklı değildir. Bunun yanında kendi öz kitlesinden başka, iktidara bel bağlamış yeni bir burjuvazi sınıfı oluşturmayı da ihmal etmemiştir. Bu sayede, zaten halihazırda kötü olan ekonomik şartları kendi iktidarı için kullanabilmiştir. Oluşan bu yeni tabanın döngüsü şu şekilde işlemektedir:
AKP, kendi burhuva sınıfını oluşturur. Bu burjuva sınıfı bir iki şirket açar, bir kaç işsiz ve vasıfsız insanı istihdam eder. AKP bu şirkete destek verir ve çeşitli yollardan kazanç sağlamasının önünü açar. Şirket kazanır ve böylece istihdam edilen kişiler kazanır. İstihdam edilenlerin, o işte sürekli olabilmeleri için şirketin kazanması, şirketin kazanması için de AKP iktidarının devam etmesi gerekmektedir. Böylece işsizliğin getirisi ile AKP yeni oy alacağı tabana kavuşmuş olur.
Adolf Hitler'e göre; ''Bir hareket ne kadar çok mevki dağıtır ve makam kurarsa, o kadar çok düşük kesimleri etkiler ve nihayetinde bu siyasi askıntılar başarılı bir partiyi öylesine sararlar ki başlangıçtaki hareket artık ilk idealistler tarafından tanınmayacak hale gelir. Bu gerçekleştiğinde, hareketin misyonu tamamlanmıştır.''
Bugünkü AKP'den anlamamız gereken misyonunun tamanlanmak üzere olduğudur. Ancak Erdoğan'ın bile gözden kaçırdığı bir gerçek vardı. Aslında öngörüyordu ancak gücü öylesine büyümüştü ki, kibri görmesine engel oldu. Cumhuriyet döneminin ilk yıllarındaki, özellikle Prof. Dr. A. M. Celâl Şengör hocamın dediği gibi 1923'ten 1946'ya kadar olan süreçteki, dinin ve metafiziğin etkisinden kurtarılmış, pozitif bilimlerin ağırlık kazandığı eğitim sisteminin ürünü olan eğitimli bireyler... Nasıl ki dini bir devlet anlayışı özlemi nesilden nesile aktarıldıysa, gerek askeri darbeler sonucu, gerek devlet politikası gereği bu laik anlayış bugüne kadar gelmiş ve kemikleşerek Cumhuriyet'in en temel değeri haline gelmiştir.
Bu anlayışın doğurduğu aydınlanmacı nesil, 80 darbesi sonrası apolitikliğinden kurtularak tekrar meydanlarda hak aramaya başlayınca ve siyasi otoritenin uygulamalarına karşı çıkınca, bu defa Erdoğan bu kitleyi itibarsızlaştırmaya çalışmış, ancak karşısında kendini belgelerle savunacak bireyler değil de kollektif bilinçaltının etkisinde kitleler görünce bu çabası boşa çıkmıştır. Böylece kitleyi oluşturan bireyleri, teker teker belgelerle kendilerini savunmaları konusunda zorlamak istemiş ve bu eylemci bireylere bir çok dava açılmıştır.
Erdoğan, zamanla sebebi değişebilen ancak tepki şiddetinin sürekli arttığı bu protestoların karşısında yepyeni bir toplum mühendisliği denemiştir.
Eric Hoffer, yine Kesin İnançlılar'da ''Radikaller ve gericiler, şimdiki zamandan nefret ederler. Şimdiki zamanı doğru yoldan sapma ve sakatlık olarak görürler. Onlar, geleceği eşsiz bir yenilikten çok mükemmel bir restorasyon olarak görür. Gerici, ideal geçmişini yeniden yaratma durumuna geldiğinde radikal davranır.'' diyor. Ayrıca ekliyor: ''Böl ve Yönet oyunu, yönetilenler arasındaki tüm birlik formlarını zayıflatmayı amaçlattığı zaman başarısızdır. Bir köy birliğini, bir kabileyi ya da bir ulusu bağımsız bireylere bölmek, yöneten kuvvete karşı duyulan isyan ruhunu ne ortadan kaldırır ne de hafifletir. Etkili bir bölme, birbiriyle rekabet eden ve birbirine kuşku ile bakan kapalı bünyelerin -ırksal, dini, ya da ekonomik- sayısını teşvikle olur.''
Bu pasajdan yola çıkarak bahsettiğimiz toplum mühendisliğini incelersek; Erdoğan'ın bu kitlesel harekete karşı toplumda etkili bir bölme söylemine giriştiği ve bunda da büyük ölçüde başarılı olduğunu görüyoruz. Sürekli ve sadece kendi tabanının başını okşayarak, %50'yi zor tutarak, protestoculardan ve protestocuların kayıplarından ağır ithamlar ve etiketlerle bahsederek, orantısız güç kullanan ve tabanının da ellerine sopalar ve palalar alarak desteklediği kolluk kuvvetlerinden kahraman diye bahsederek, Kürt açılımı yaparken çeşitli hassasiyetlere dokunarak ve Alevi, Sünni, Şii gibi tanımlamalarla mezhepleri ön plana çıkararak; ve bütün bunları iyi niyetle yaptığını iddia ederek, müthiş bir toplum mühendisliğinin icrasını görüyoruz. Bunlar elbette ki Erdoğan'ın söylemleriyle sınırlı değil. Televizyon bunu icra etmenin en etkili ve en kısa yolu. Erdoğan, İslâm ülkeleriyle kurduğu diplomatik ilişkiler ve yaptığı yardımlarla, Davos'ta İsrail'e karşı Filistin'i savunmasıyla, Arap dünyasında yapılan şiddetli lobi faaliyetleri sonucu sokakları süsleyen Erdoğan posterleri ve kendisinin de ilgili söylemleri neticesinde; tabanına sadece hilafet değil aynı zamanda saltanat da vaadediyordu. Bu düşünceyi basın yayın organlarını satın alarak yahut sansürleyerek yaymaya çalıştı. Devlet televizyonu olan TRT'de yayınlanan Osmanlı dönemi dizileri saltanat özlemini körüklüyordu. Muhteşem Yüzyıl gibi yapay gündemle reklamı yapılan dizilerde, izleyicinin bilinçaltına ''devletin bekası için her şey mübah ve meşrudur'' mesajı veriliyordu. Böylece tabanda kitlesel bir kopuş olmayacaktı. Yapılan şey akla ve hukuka çok aykırı olsa bile, kitle onu ''devletin bekası için gerekli olan hamle'' olarak değerlendirecekti ve nihayetinde öyle de oldu. Böylece bugünkü tablo şekillenmiş oldu: Bir tarafta akla ve hukuka uygun olmayan davranışları, gerek biat kültürü sebebiyle, gerekse ''devlet için gerekliymiş'' zihniyetiyle kabul eden, benimseyen ve hatta en ateşli şekilde savunan kesim; diğer tarafta ise bütün bunlara karşı çıkıp, aklın ve vicdanın terazisinde hesap sormaya çalışan kesim. Birbirlerine üstünlük sağlamaya çalışan, temelde iki ancak reelde ikiden çok çok fazla kutuplaşmalar oluştu. Devlet, böl - parçala - yut oyunuyla otoritesini en küçük birime kadar kesinleştirmek istiyor. Bu çok tehlikeli toplum mühendisliğinin sonuçları, ülkemiz için oldukça ağır olabilir.
''Bir birlik, bir blok oluşturan kavim sonunda aralarında bağlantı olmayan, bir süre geleneklerin ve kurumların zoruyla süren bi bireyler yığını haline gelir. İşte o zamandır ki, çıkarları ve eğilimleri başka olan, aralarında ayrılık bulunani kendilerini yönetmekten aciz insanlar, en küçük işlerinde yönetilmeyi isterler. O zaman devlet, yutucu nüfuzuyla işe başlar.'' - Gustave Le Bon
---------------
Geçmişin öfkesi bugünün toplum mühendisliğine yansıyor. Böylece birbirine düşman onlarca çevre yaratılmaya çalışılıyor. Bunu önlemek adına yola çıkan, 12 yıldır elimizden alınan haklarımızı, adaletimizi, değerlerimizi, özgürlüğümüzü, birliğimizi yeniden tesis etmek için, önce bizzat AKP hükümetini sonra mevcut düzeni yıkmaya yönelik ortaya çıkan Gezi Direnişi ve bugün sevgili Berkin Elvan'ın vefatı ile yeniden alevlenen bu kitle hareketi bunu yapmaya muktedir mi? Gezi Direnişi, iktidarı devirse bile sistemi değiştirebilir mi? Söylediğimiz birlik beraberlik türküleri ne derece samimi? Toplum eskiden ayrışmış mıydı?
2. Bölüm'de bunu inceleyeceğiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Parmaklarına kurban...