22 Şubat 2014 Cumartesi

Ataerkil Toplum Yapısı, Cinsel Devrim ve Pratikte Kadının Despotizmi

Kadın, medeniyetin doğuşundan itibaren toplumu yönlendiren, dönüştüren, motive eden güç olmuştur. Bunu uygarlığın ilk çağlarında hakim olan anaerkil toplum yapısından da görüyoruz. Anaerkil toplum yapısı kadının doğurganlığına ve doğadaki varlığına atfen varlık olarak kadına büyük değer vermiş ve erkek tanrılardan çok kadın tanrıçalar türemiştir. Doğa Ana tabirindeki ''ana'' da buradan gelmektedir. Kadın ve toprak arasında kurulan bu benzerlik zamanla kadının metalaşmasında da önemli bir faktör olagelmiştir. Çünkü ne vakit ki mülkiyet kavramı ortaya çıkmıştır ve ilk çit çekilmiştir; o vakit insanoğlu daha fazlası için birbiriyle çatışma haline girmiştir. Bu sebeple fiziksel üstünlüğü bulunmayan kadın da mecburi olarak, şartlar gereği geri plana çekilmiş ve erkeklerin çarpıştığı dünyada ''daha fazla'' kavramına dahil edilen bir meta haline gelmiştir. Daha fazla toprak, daha fazla kadın vs...
Ataerkil toplum yapısına geçişteki sancılar bunlarla da sınırlı değildir. Maalesef mülkiyet kavramı kadının varlığı ile sınırlı kalmamış cinselliğini de kapsamıştır. Erkeğin tek ve biricik olma arzusu her dönemde kendini göstermiştir. Bu duygunun oluşmadığı bazı topluluklar var olmuş olsa da daha sonraki geç düşünsel evrimle o gruplar da bu ortak kıskançlık ve aidiyet paydasında kendilerine yer bulmuşlardır. Bunun temel faktörlerinden biri cinsel devrimin gerçekleşmemiş oluşudur. Cinsel devrim, aslında kaybolan bir cinsel haktır. Yani kadın cinselliğinin metalaşmaktan öte özgürlüğüne kavuşturulmasıdır. En yakın örneğini Küba Devrimi örneğinde görüyor olsak da tarihsel süreçte Avrupa'da kronolojik olarak Cadı avlarından sonra gerçekleşen Rönesans ve Reform hareketleri sonunda ortaya çıkan sanat eserlerindeki ''çıplak kadın'' figürlerinden gözlemleyebiliyoruz. Yakın dönemde nü çalışmaların artmaya başlaması da kadınların her konuda olduğundan daha çok cinsel konudaki haklı özgürlük taleplerinin etkisi olduğunu söylersek, yanlışa düşmüş olmayız.
Ancak güzel ülkemiz Türkiye'de bu ne yazık ki, birçok konuda olduğu gibi ters işliyor. Yani 21. yy.'da olmamız, maalesef kafa yapımızın da aynı yüzyılı yaşadığını göstermiyor. Bugün ülkemizde, sadece bebeklik döneminde içeri dışkı ve idrar kaçmasını önlemek için ortaya çıkan kızlık zarı, maalesef namus belirteci görevi görmekte ve toplum baskısı yüzünden daha önceden cinsel birliktelik yaşamış bayanlar için evliliklerden birkaç gün önce hekimler tarafından dikilmekte, yahut kadına evlilik öncesi hiç gerçek bir cinsel deneyim yaşamama şartı dikte edilmektedir. Bunun üzerinde elbette ki ''çarşaftaki kan''ı erkeklik ergi olarak gören zihniyetin etkisi de büyüktür.
Ülkemizde Cinsel Devrim'in yapılamamış olmasının sebebini asıl, Türkler'in İslamiyet'le tanışmasında aramamız gerektiğini düşünüyorum. Çünkü, siyasal ve askeri gücü ön plana çıktıktan sonra halifeyi koruma görevini ister istemez üstlenen Türkler ve yönetici kademesi, zamanla hilafet makamını da kullanarak halk üzerinde tam bir mutlak otorite kurmuşlardır. Bu dini düşüncenin getirisi olan kadınların örtünmesi, bir erkeğe 4 kadın izninin verilmesi gibi kavramlar maalesef insanları etkilemiş ve kadın örtünmesi gereken, tüm vücudu namahrem olan bir varlık olarak görülmeye başlanmıştır. Bugünki kara çarşaflı güruhun da temel nedeni budur. Bu ortamda bir Cinsel Devrim'in gerçekleşmesini beklemek pek de mümkün değildir. Ki bugün, bu bilinç düzeyine erişsek bile, pratikte ne kadar zorlanacağımızı tahmin etmek, çok da zor olmasa gerek.
Ataerkil toplum yapısı ve ülkemizde gerçekleşmeyen ve uzun müddet de gerçekleşmeyecek olan Cinsel Devrim'i bir de pratik hayatta incelemek gerektiği düşüncesindeyim.
Özellikle postmodern anlayışı içselleştirememiş, hala modernist anlayışla Feminizm yapmaya çalışan kadın örgütlenmeleri bunun için güzel bir örnektir. Maalesef ülkemizde resmi olarak ayrılmış bir toplum sınıfı olmasa da gerçekte toplumumuzdaki bireyler arasında uçurumlar bulunduğu aşikardır. Ataerkil toplum yapısını ele alacak olursak; kırsal kesimde yaşayan kadın, gerek çalışma hayatında, gerek sosyal hayatında bunun cefasını çekerken; kentsel yaşam çerçevesinde yaşayan kadın için bu avantaja dönüşüyor.
Daha açık örneklerle anlatmak gerekirse; kentli kadın ataerkillikten şikayet ediyor; fakat şikayeti o kadar samimiyetten uzak ki, bunu görmek için davranışçı ve varoluşçu ekol yaklaşımlarıyla bir iki tavrı analiz edelim:
Örneğin, kentli kadın alışveriş sonrası dolmuşa biniyor ve oturmak için yer yok. Bir koltukta o gün 12 saat çalışmış bir adam oturuyor ve kadın ve toplum yargısı, o adamın kalkıp, kadına yer vermesi gerektiğine hükmediyor. Bu belki basit bir hareket ancak bunu davranışçı ve varoluşçu ekol açısından inceleyelim. Davranış toplum tarafından benimsenmiş bir davranış ancak varoluş ilkesine uyuyor mu? Yani kadın o adamın yerine oturmayı hak ediyor mu? Adam niçin yer vermeli?
Sorulara cevap aramadan hemen önce kadının tavrını ve beklediği davranışı her aşamada tekrar hatırlamanızı öneriyorum. Toplum yargısı kadını erkekten daha güçsüz gördüğü için (fiziki olarak) kadının oturması taraftarıdır. Kadın da kendi çıkarı gereği kendini erkekten güçsüz kabul ederek, kendine yer verilmesini beklemektedir. Kadın ister istemez ataerkilliği savunmuş olur. Ancak kentli kadının alışverişten geldiğini ve adamın çalıştığını varsayarsak; kadın adamın yerine oturmayı kesinlikle hak etmemektedir. Fakat oluşan algı gene değişmeyecektir.
Bir başka örnekse; toplumun erkeğe çalışması yönünde verdiği sorumluluktur. Yani erkek çalışmayınca gururu ve onuru söz konusuyken, kadın çalışmadığında kocası bakmakla yükümlüdür. Bu durum, Medeni Kanun'umuza kadar işlemiş bir durumdur. En son Cem Yılmaz'ın boşanmasından da bunu gözlemledik. Bilinen bir örnek olduğu için bunu seçtim. Cem Bey'in evlendiği kadın, bilinen ve hatırı sayılır bir gelir getiren bir firmanın sahibi. Ancak boşanmadan sonra; mahkeme tarafından 1 Milyon TL gibi bir tazminata ve aylık nafaka ödenmesine karar veriyor. Bu meblağları Cem Bey, karşı tarafa ödeyecek. Peki, kadın buna muhtaç mı? Kadının bu paraya ihtiyacı var mı? Hayır. Bu kadının ataerkillikten elde ettiği bir gelirdir. Bir başka platformda kadın - erkek eşitliğinden dem vuracak olan kadınlar, maalesef iş kendi çıkarlarına geldiğinde samimiyetten uzak bir şekilde ataerkil toplumu kabul ediveriyorlar.
Toplumumuzda kabul gören, ''erkek evine bakmalıdır'' düşüncesi, erkeği ezen ve psikolojik olarak dağıtan bir düşüncedir. Erkek çalışmak zorundadır. İşsizlik konusu yeterince erkeğin omuzlarındayken, iş arama süreci de bir o kadar sancılıdır. Çünkü bir çok firma, güzelliklerinden ve cinsel çekim güçlerinden dolayı tercihini bayan elemandan yana kullanmaktadır. Bazı kesimler bunu pozitif ayrımcılık ilkesiyle açıklamaya çalışsa da gerçeğin bu durumla çok da bir alakası yoktur. Bu durum çoğu zaman, herhangi bir yönetici kademesine atanacak bir eleman ihtiyacı söz konusu değilse eğer; bu durum, kadının, kendi vücudunun metalaştırılmasına verdiği bir izindir. Bu durumda yine ataerkillikten elde edilen bir çıkar söz konusudur.
Başka bir örnek ise; askerlik. Kadınların askere alınması yakın dönemde bir kaç ülke tarafından uygulanıyor olmasına karşın, ataerkilliğin kendini hissettirdiği toplumlarda, askerlik görevi erkeğindir; hatta ülkemizde, namustur, şereftir. Bu algının yaratılmasında, ataerkillik ön plandayken, bu toplum yapısını eleştiren kadınların bir çoğuna askerlik sorulduğunda sıcak bakmamakta, yahut gitmeyecek olmasının verdiği rahatlıkla, ''biz de yaparız'' gibi genel - geçer bir cümle ile cevaplandırmaya çalışmaktadırlar.
Ataerkil toplum yapısında; pratikte kentli kadının despotizmini açıklamak için örnekleri uzatmak mümkün. Maalesef günümüzde, ülkemizin kentli kadını; kendi çıkarı söz konusu olduğunda ataerkilliği kabul edebilecek yapıdadır.
Ancak kırsal kesimlerde durum değişir. Ataerkilliğin aslen kendini gösterdiği kırsal kesimlerde, zaten halihazırda bir ataerkil yapı olduğu için kadınlar seslerini yükseltememektedir. Yükseltmeyi bırakın bir kaç çok nadir istisna dışında bu bilince de erişebilen yoktur. Bu yüzden erkekler kahvede keyif sürerken, kadınlar güneşin altında tarlalarda çalışmakta ve üstüne üstlük toplum tarafından yüklenen evdeki görevlerini yapmaktadırlar. Bu kesimdeki kadınlar; bu yapı konusunda bir eleştiri yönelttiğinde sonuna kadar desteklenmeyi hak etmektedir. Ancak kentli ve çıkarı gereği ataerkilliğin sefasını süren bir kadının bu yapıyı eleştirmesi ''istemiyorum ama yan cebime koy''dan öteye gidememektedir.
Sonuca gidecek olursak; kentli kadın bir çok alanda ataerkil toplum yapısının rahatlığını sürerken ve çıkarları söz konusu olduğunda despot bir tutum izlerken; ataerkil yapının altında ezilen asıl kesim olan kırsalda yaşayan kadınlar seslerini duyuramamakta ve kentli kadınlar için bilgisayar başından hakları savunulan bir kaç kadından öteye gidememektedirler. Bunun belki de nedenlerinden en büyüğü cinsel devrimin yapılamamış olması ve çok uzun bir süre de yapılamayacak olmasıdır. Ataerkil yapıyı kırmanın yegane yolu; kırsal kesimde yaşayan kadının cinsel devrimi gerçekleştirmesidir. Ki bu süreç en sancılı devrim süreci olacaktır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Parmaklarına kurban...