7 Eylül 2010 Salı

Kaval Çalmak Üzerine...


Aysun Kayacı'nın birkaç yıl önce yaptığı ve bizzat benim dahi karşı çıkarak karşıladığım bir durumu hatırlatmak istiyorum öncelikle:
''Benim oyumla, dağdaki çobanın oyu bir mi?''
Zamanında çok fırtınalar kopartılmış, gazetelerde 'demokrasi'nin bu sözle yok sayıldığı yazılıp çizilmiş ve alınan büyük tepki üzerine Aysun Kayacı geri adım atmak ve özür dilemek zorunda kalmıştı. Ancak bunun en büyük sebebi sözün söylenildiği platform ve zamandı.

Bugün bu söze yeniden bakmak lazım. Yeniden değerlendirip bilincimize ışık tutmak lazım. Bugün Türkiye'de seçme hakkı 'reşit' olmakla beraber bireyin kullanımına sunuluyor. Yani kanunlara göre 18 yaşında. Bir alt sınırının olması güzel ancak bilimsel mi? Şöyle ki 18 yaş konusu kesinlikle yerinde bir şart ancak eksik... Seçme yaşının bir alt sınırı var ise aynı şekilde bir üst sınırı olmalıdır. Yani seçmen (örneğin 18 - 65 gibi) yaş aralığı ile sınırlandırılmalıdır.

Bunun acı sonuçlarını Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarihi boyunca gördük ve bugün en aşikar şekilde yine şahit olmaktayız. Ellerinde iple oy attırılan, ismini ve yaşını söylemekten aciz, bilincinden eser kalmamış yaşlı insanlar oy atmaya zorlanmakta ve bundan özellikle iktidar ve onun çıkar çevresi büyük bir kazanç sağlamaktadır. Huzur Evleri'nden ve Bakım Evleri'nden yeşil önlüklü bakıcılar eşliğinde grup grup yaşlı insanlar sandık başlarına getirilerek bedava oy kazanma savaşı verilmektedir. Bu sadece basit bir örnek ancak benim oyum ile bilincini yitirmiş, geleceğini ipin uzunluğuyla bile zor belirleyen böyle bir kullanılmış insan topluluğunun oyunun bir sayılması demokratik ölçütlere ne kadar uyuyor, bunu sorgulamak lazım.
Yasa gereği 'Seçmen' tarifi, aklı başında olmayı gerektiriyor. Yani yıllardan beri aslında bu yasa çiğneniyor. Aklı başında olmayan, bunamış, ismini ve yaşını çoktan unutmuş insanlar iktidar mücadelesinde acımasızca kullanılıyor.
Bütün bunlar kolay yollardı. En azından ''Kandırıyorlar işte!'' diyebilirsiniz. Ancak madalyonun bir de diğer tarafı var. Orta yaşlardaki (40 - 50) insanlar da bilinçlerini yitirmiş durumdalar. Daha 06.09.2010 tarihinde sorulan ''Kemâl Kılıçdaroğlu, İsmet İnönü'yü evet oyu vereceğini açıklaması sebebiyle partiden ihraç edeceğini açıkladı. Ne diyorsunuz?'' sorusunun muhatabı ülkemin geleceğinin emanet edildiği Türk gençliği, üniversite gençliği idi. Cevaplar ise içler acısı...
İki yıl önce Yaşar Büyükanıt'ı bile parti lideri zanneden bir üniversite gençliği (okumuş, bilgili, bilinçli olması gereken) bugün ve gelecekte ülke yönetimine yön vermeye hazırlanıyor. Genç, iradeli ve bilinçli olması gereken kesimde bile işler böyleyken orta yaşlı vatandaştan nasıl bir bilinçle oy kullanıp, yönetime ortak olması bekleniyor, cidden merak ediyorum...

Günümüz iktidarını irdeleyecek olursak; Recep Tayyip Erdoğan, ülke içinde nasıl siyaset yapılacağını gayet iyi biliyor. Kandırıyor, kazanıyor. Ama kimi? Koyunları... Yapılan yeniliklere baktığımızda 'pratikte' yenilik olduklarını görüyoruz. Yani adam hastahaneye gittiğinde ya da herhangi başka bir devlet kuruluşuna gittiğinde yapılan değişiklik sonucu oluşan kolaylıktan bizzat yararlanabiliyor. Bunu gören vatandaş, iktidarın gerçekten iyi işler yaptığını zannediyor. Bugün ''Bak, IMF'ye borçları kapadı.'' sözleri dolaşıyor ortalıkta, ki kendisi de meydanlarda bununla övünüyor. Ama bir Allah'ın kulu çıkıp da ''Nasıl kapatıldı?'' demiyor. Kimse satılan (milli güvenlik meselesinin en önemli unsurlarından) şirketlerin, satılan limanların, hatta bıraksak 50 yıl boyunca elimizden çıkacak olan 'Güneydoğu Anadolu ve Doğu Anadolu' sınırımızın hesabını sormuyor! Soramıyor. Neden? Çünkü gözler kapalı, bilinç kapalı... Ceplere 10 krş konup, 10 TL alındığının kimse farkında değil...

Eski Yunan düşünürlere baktığımızda herbirinin bugünkü yönetim şekillerini modellediklerini ve hala onları kullandığımızı görebiliriz. Demokrasi'yi de kötü bir yönetim şekli olarak benimseyen bu düşünürler daha çok monark ve aristokrat yönetim şekillerini benimsemişler... Ki Cumhuriyet'imizin ilk yıllarına baktığımızda her ne kadar demokrasiye özgü örgütlü bir devlet yapısı olsa da Atatürk'ün yaptırım gücü ve etkisinin her alanda görüldüğünü ve aydınlatmacı bir devrimler seriisinin çok detaylı şekilde halka indirgenerek dönüşümün gerçekleştirildiğini görüyoruz. Örneğin, 'Harf İnkılabı'nı ele alalım. Halkın kendi ülkesini işgal eden devletlerin kullandığı bir alfabeyi (o zamanın şartlarında) nasıl kabul edebildiğine şaşırmamak elde değil. Ancak bunu yapan güç Atatürk faktörüdür. 1938 yılının sonlarına kadar bu şekilde devam eden ve 13 milyonluk bir halk kitlesini inanılmaz bir şevk ve ışıkla aydınlatmayı hedefleyen bu politika, 1938'den sonra terk edilmiş ve bunun önünü ''Atatürk'ün silah arkadaşlığı''ndan gelen 'iyi insan' etiketini taşıyan insanların çıkar politikaları kesmiştir. Ülkenin yabancı odakların kontrolüne girmesine izin verilmiş, gizli saklımız kalmamış, Türkiye Cumhuriyeti Devleti teoride güçlü, gerçekte su kadar şeffaf bir hale getirilmiştir. Bunun sebebi de halkın koyunluğudur. Tamamlanamamış aydınlanma girişiminin eksikliğinden kaynaklanan bilinç boşluğudur. Bu boşluk ''Biz de Atatürk'le savaştık, beraber kurduk bu ülkeyi!'' diyen insanlar tarafından olabilecek en yanlış şekilde doldurulmaya çalışılmış ancak bunu da ellerine yüzlerin bulaştırdıkları için asla hedefledikleri seviyeye ulaşmamış ve halk ortada bırakılmıştır.

Buraya kadarki değişimlere bakarak Türk halkının uyum sürecini irdeleyim.
Bilinen tarihinden beri ister göçebe, ister yerleşik hayatta olsun tek bir kişinin önderliğinde birleşen Türk halkında, ''Sultanımız en iyisini bilir!'' düşüncesi artık genlere işlemiş ve bilinçlerde yokedilemez bir yer etmiştir. Atatürk'ün bu denli etkili olmasının altında belki de bu düşünce özü vardır. Yıllardan beri kan bağı ile belirlenen liderler, halka ''seçmek'' fiilinden tamamen uzaklaştırmış ve halkı hak bilincinden de yoksun bırakmıştır. Bu devletin bekası açısından zamanına göre daha farklı değerlendirmelere konu olabilir ancak bugünü anlamak için geçmişe baktığımızdan kıyası ona göre yapacağım.

Gelişmiş devletlerin tarihlerine mutlaka yer alan kırılma noktaları, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nde maalesef bulunmamaktadır. Verilen Kurtuluş Savaşı'nda bile insanlarımızın hakları için değil devleti ve Padişah'ın onurunu kurtarmak için savaşmışlardır. Ama bir Fransa'da, bir İspanya'da, bir Amerika'da haklar için verilen mücadeleler ve savaşlar sonucu tam ve kesin bir demokratik anlayış yerleşmiş ve bugün halklar laikliği de, dini de, özgürlükleri de hazmedecek seviyeye gelmiştir. Bugün tamamiyle bilinçlenmiş bir halkı İngiltere'de görebiliriz. Yazılı bir anayasaları dahi olmamasına karşın İngiltere halkı, herkesin bildiği ve olması gerektiği için konulmuş kanunlara uyarak barış ve huzur içinde bir yaşam sürdürmektedirler... Biz bugün bırakın yazısızı, doğru düzgün yazılamayan bir anayasa için 'olur mu, olmaz mı' tartışması içinde birbirimizi yiyoruz...

Oysa, Türkiye Cumhuriyeti Devleti halkı, hakları için savaş vermiş olsaydı, hakları için büyük bedeller ödemiş olsaydı bugün yönetme ve yönetilme olgularına daha farklı beyinlerle bakıyor ve irdeliyor olacaktık. Bugün ülkemiz ABD denen süper güç bozuntusuyla rekabet etmeyi bile küçüklük olarak görecekti... Bugün 'demokrasi' dediğimiz şeyi anlamış ve dünyaya anlatmış olacaktık... Bugün ne Afganistan'da, ne Irak'ta, ne de Filistin'de insanlar ölecekti...
Koyun olmasaydık eğer, elimize alıp kitapları okusaydık satır satır, gözlerimizi porno yayınlarda, erotik filmlerde, saçma sapan popüler kültür unsurlarında bozmuş olmasaydık eğer ve eğer haklarımız için savaşmış olsaydık; büyük bir devlet olacaktık... Ya da Atatürk bir 30 yıl daha yaşamış olsaydı...

'İzin'deyiz Ata'm! Mirasını yakıyorlar, biz yatıyoruz... Gençliğin ise yaşadığından bi'haber...
Sen rahat uyuma! Hatta yapabiliyorsan kalk, silkin toprağından... Sana her zamankinden daha çok ihtiyacımız var...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Parmaklarına kurban...