Osmanlı'nın son demlerini, Türkiye Cumhuriyeti'ni doğurmak için çektiği sancıları özlüyorum... Yıllar öncesinden seslenen Atalarımın sesleri yankılanıyor kulaklarımda... O sefaletin çivilerle, cam kırıklarıyla dolu beşiğinde; kendi kanımızla ısınmaya çalışıp, uyumaya çalıştığımız günleri özlüyorum...
1989 doğumluyum. Dedemin bana anlattığı savaş hikayeleriyle hayal ettim ilk olarak o günleri. Sonraları Sosyal Bilgiler kitabında yazılanlardan öğrendim şanlı tarhimi. Tarih dersini görünce lisede ayrı bir derya olduğunu gördüm gösterdiğimiz hoşgörünün.
Atalarım Türk, Kürt, Çerkez, Laz, Arnavut, Göçmen, Müslim ve Gayr-ı Müslim... Herbiri, hiçbirinin rengini, dilini, dinini, ırkını ayırt etmeksizin nasıl omuz omuza mücadele verdiklerini, nasıl akan bir Türk kanının, bir Kürt, bir Çerkez, bir Laz, bir Arnavut, bir Göçmen, bir Müslüman ve bir Gayr-ı Müslimin kanına karıştığını okudum.
Atalarım beraber ölürken bu topraklar Türkiye'ydi. Ve ben onların yazdığı destanları okurken de bu topraklar Türkiye'ydi.
Çünkü o zamanlar bayrağımıza bahşedilmiş olan kutsallığın anlamı herkesçe bilinirdi.
Peki şimdi?
Bayrağımız kutsallığını kan kırmızı renginden alır ve ölen her şehitimizin kanı o kırmızının içinde kendi yerini bulur. Bu bilinç bizi yıllarca ayakta tuttu. Verilen canlar o bayrakta, o bayrağın dalgalandığı topraklarda anlam buldu.
Ama şimdi bayrak anlayışı, sadece prosedür içeren törenlerde kullanılan bir aksesuar olmaktan öteye gitmiyor. Çünkü bayrağa rengini verenlerin kemikleri sızlıyor.
Tarih 27 Ekim 2009 - Salı
Doğduğunda çocuk gibi sevindikleri, ellerinden - gözlerinden sakındıkları, dizi yaralansa yüreklerinin parçalandığı, gözyaşı dökse kan ağladıkları, 20 küsür yıl gözlerinin önünden - dizlerinin dibinden ayırmadıkları evlatlarını kaybeden Şehit Aileleri önceden planlanmış bir şekilde 'Türkiye' Büyük Millet Meclisi'ne ziyarette bulunuyorlar.
Anaların ellerinde evlatlarının fotoğrafları, gözlerinden nehirler boyu akan yaşlar ve ellerinde - uğruna canlarından çok sevdikleri oğullarını verip 'Vatan sağolsun - Yeter ki o göklerde dalgalansın!' deyip gösterdikleri bayraklar var...
Babaların gözleri kan kırmızı... Babalar 'Bir oğlum değil bin oğlum olsa hepsi vatana feda olsun!' diyor. Babalar ağlıyor. Babaların yüreklerinde acı, ellerinde bayrak, yüzlerinde vakur bir duruş...
Şehit aileleri! Bayrağı taşımayı en çok onlar hakediyor! Ama bir garip olaydır ki 'Türk Bayrağı' ülkenin millet meclisine 'Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne giremiyor! Bayraklar toplatılıyor. Bayraklar alıkoyuluyor. Türk Bayrağı'na terör meteryali muamelesi yapılıyor.
Şehit aileleri haykırıyor: 'Bizim evlatlarımız o bayrak dalgalansın, o bayrağı gururla taşıyalım diye canlarını verdi!' diyor.
Ama hiçkimse bu haykırışlara kulak asmıyor. Ta ki MHP Grup Başkan Vekili olaya müdahale edip, bayrakların ailelere dağıtılması talimatını verene kadar.
Bu elbette ki yapılan ilk hakaret değil.
Bir Türk'ün Türkiye'de yaşayan diğer hiçbir etnik gruptan üstünlüğü olmamasına karşın; hep ezilmişleri oynayan, asıl amaçları ülkeyi parçalayıp darmaduman etmek olan bir etnik gruaba yönelik 'açılım' adı altında verilen imtiyazlarla başladı bu hakaret!
Şehit ailelerini, oğullarının katilleriyle aynı masada oturtup, Türkiye'de 'Türkçe' bilmeyen insanlarla konuşmaya zorlayarak devam etti süreç... Ama onlar gene de vakur ve asil duruşlarından hiçbir şey kaybetmediler. Nezakette kusur etmediler...
Daha sonra Habur'da düğün bayram gibi gerçekleştirilen, devlet erkanının bile el pençe divan durduğu bir karışalama töreniyle acıdı, burkuldu, yandı yürekleri bir kere, bir kere ve bir kere daha...
Oysa vatanı korumaya çalışan hiçbir asker döndüğünde böyle karşılanmadı.
Gelenler otobüslerin üzerinde gövde gösterileri yapıp ertesi gün ülke içinde serbestçe dolaşırken, o aileler olanları ibret ve gözyaşı içinde izliyorlardı.
Gelenlerin suçsuz oldukları ve herhangi bir terör olayına karışmadıkları söyleniyordu. Ardından bu gelişten cesaret alan bir başka grup Almanya'dan Türkiye'ye geleceğini açıkladı.
Şehit ailelerinin meclise yapacağı ziyaret de göz önüne alınarak yoğun tepki geleceği konusunda hemfikir olan yöneticiler, bu gelişi ileri bir tarihe attılar. Bunun asıl sebebi gelenlerin, terör konusunda sabıkalı yani olaylara karışmış, daha da açığı askerlerimizi ve insanlarımız öldürmüş olmalarıydı...
Onları da bir gece formaliteden sorgulayıp ertesi gün içimize salacaklardı çünkü.
Bütün bunların üstüne meclise bayrağımız da giremedi. Türkiye Büyük Millet Meclisi'ndeki 'Türkiye'nin sadece isim olarak kaldığının en somut kanıtıdır bu...
Yıllar önce PKK terör örgütünün gerçekleştirmek üzere hazırladığı planlar bugün resmi kanunlar çerçevesinde hayata geçiriliyor... Gözlerimizin içine baka baka ülkemizi parçalıyorlar... Engel olmak istiyoruz ancak engelliyorlar...
Çanakkale'de hala toprağın üzerinde kemikleri bulundan vücudu tek vücut olmaktan yoksun, toprağı kanıyla sulamış, bayrağa kanıyla renklendirmiş Ata'm...
Sen rahat uyu diyemiyorum bugün sana... Özür dileyecek yüzüm yok senden... Seni arıyor gözlerim dört bir yanda... Sen savaşırken bu topraklar Türkiye'ydi, ben senin doğduğumda da senin destanlarını okuduğumda da bu topraklar Türkiye'ydi... Ama artık 'Burası Türkiye!' diyemiyorum sana...
Verdiğin emaneti korumak için elimden geleni yapacağım Ata'm... Ta ki kanım bayrağımın kırmızısında kendi yerini bulana kadar... Söz veriyorum...
Rıdvan TÜRKOĞLU
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Parmaklarına kurban...